Friday 5 June 2020

Ülkeni nasıl kaybetmezsin

Ülkeni nasıl kaybetmezsin

Britanyalılara özgü küçümseyici/iğneleyici iltifat etme sanatı benim gibi acemiler için hep bir muamma olmuştur. Oxford’da davetliyken “ilginç” kelimesinin çoğunlukla “saçma” ya da “tutkulu” anlamında kullanıldığını öğrenmiştim - ki çılgın ya da düpedüz “deli” anlamında da kullanıldığı için Britanya’da alabileceğiniz en berbat iltifatlardan biridir. Ama son kitabım “How to Lose A Country” (Ülkeni nasıl kaybedersin: Yedi adımda demokrasiden diktatörlüğe) hakkında yayınlanan bir eleştiri yazısı sayesinde yeni bir iltifata şahit oldum; “sinirden titriyor”. Bunun pek de iyi niyetle edilmiş bir iltifat olmadığından eminim, özellikle de Britanya’nın Brexit karmaşasına öfkeden köpürmesi için iki koca yıl geçmesi gerektiğini göz önünde bulunduracak olursak. Oysa benim geldiğim yerde kızgın demek kızgın demek ve tüm gezegen Türkiye’deki meşhur rejimi iyi bildiği için çokları öfkemin haklı bir sebebe dayandığı konusunda görüş birliğine varıyor. Sanırım sorunun bir kısmı da bu zaten; geldiğim yer. Küresel siyasi delilik hakkında bir kitap yazmış olmama rağmen çokları hala bunun kendi ülkelerinden ziyade Türkiye ile ilgili kaleme alınmış olduğuna inanıyor. Türkiye’nin başına gelenlerin güya uygar insanların yaşadığı Avrupa’nın ya da Birleşik Devletler’in başına gelmeyeceğini varsayıyorlar. 

“Ama Türkiye Müslüman bir ülke!”
Avrupa kentlerine düzenlediğim kitap tanıtım ziyaretleri sırasında her ne zaman “ülkemin başına gelenler burada da yaşanmaya başladı” desem içlerinden en iyisinin “Sağ popülizm bize uğramaz çünkü biz Müslüman değiliz” savunması olduğu müthiş yaratıcı inkar ve ayakta uyuma yöntemlerine şahit oldum. Hıristiyanlığın yaklaşan tehlikeye karşı kendilerini koruyacağını sanan arkadaşlara bol şanslar diliyorum. Sağ popülizmin siyasi salgınından olgunlaşmış demokrasileri ya da devlet kurumlarının dayanıklılığı sayesinde yırtacaklarına inanmak isteyenlere de bol şanslar.

Almanya’da, Belçika’da, Avusturya’da ve Fransa’daki insanların kendilerine özgü ulusal mizaçla ama farklı dillerde hep aynı şeyi savunduklarını gördüm, “Hayır, burada aynı şeyler olmaz.” Erdoğan on yedi yıl önce iktidara geldiğinde bizim söylemimiz de aynıydı. O deli saçması şeyler sadece Arap ülkelerinde olur diyorduk. (Ta ki kumaş epriyip iş görmez hale gelene dek her ulusun üstünlük yanılsaması yaratıp memnun ve güvende hissedebilmek için kullandığı kendine özgü bir kumaşı vardır.) Bizler neden ülkemizde böyle bir şeyin yaşanamayacağı sorusunu, tıpkı sizlerin/onların/herkesin şu an cevapladığı gibi cevapladık o zamanlar; devlet kurumları demokrasiyi korur, yargı işini yapar, muhalefet partileri tepki verir, insanlar direniş gösterirdi. Tıpkı Amerikalıların seçim sonrası yaptığı gibi liderimizin henüz acemi olduğunu düşünüp kendisine daha fazla zaman tanımamız gerektiğini dillendirdik. Britanyalılar gibi, kaygılarımızı yatıştırmak için elimize geçen her fırsatta işi mizaha vurduk. Ağzından dökülen her saçmalığa tepki verirlerse popülist liderlerini er ya da geç tükenmişliğe iteceklerine inanan Hollandalılardan farkımız yoktu. Belçikalılara benzer bir şekilde yargının ne yapıp edip siyasi deliliği dizginleyeceğinden emindik. İnsanların popülist liderin ahlaksızca sergilediği yabancı düşmanı ve ırkçı hareketlerinden usanıp sonunda ondan nefret edeceklerini umduk Avusturyalılar gibi. Merkezi dengeyi sağlaması için yeteri kadar çalışkan bir lider bulabilirsek, tıpkı Fransızlar gibi, işlerin yolunda gideceğine inandık. Bugün geldiğimiz noktada bütün o taktiksel hamlelerin nasıl sonuçlar doğurduğunu hepimiz iyi biliyoruz. Sağ popülizmin ve baskıcı rejimin şeytani insanların sokaklara inerek iyi insanları kıyıma uğrattığı bir gecelik ani bir baskınla ulusun üzerine çökmediğini defalarca vurguladım bu yüzden. Toplumun kılcal damarlarına alenen ve hiç aceleci davranmadan sızdığını, sosyal ve siyasi yaşam üzerindeki egemenliğini kurmak için dirsek darbeleriyle kendine açtığı yolu yürürken her adımında deliliği ve vasatlığı gitgide normalleştirdiğini ve baskı rejimine işaret eden her adımın geçiştirilmeden irdelenmesi gerektiğini beyinlere mıhlamaya çalışıyor olmamın nedeni de bu. Ancak çağrısında bulunduğum siyasi teyakkuz (uyanık olma) hali küreselleşmediği sürece önemini yitiriyor çünkü boğuştuğumuz şey küresel çapta birbirine göbekten bağlı bir canavarlar ordusundan başka bir şey değil.

Sağcı popülist liderlerin küresel bir işbirliği içinde olmadığını ve her ülkenin kendine özgü sorunla baş başa kaldığını varsaymak epey naif olurdu. Sağ popülizmin siyasi figüranlarına kral tacı giydiren Steve Bannon’ın eski kıtanın popülistlerini desteklemek için beraberinde götürdüğü Amerikan dolarlarıyla Avrupa’nın müdavimi olduğunu biliyoruz. İtalyan popülist lider Avrupa Parlamentosu seçimlerinde cephe açmak için diğer sağcı liderlere çağrıda bulunuyor. Sağcı popülist liderler birbirlerine “halkın gerçek lideri” diye hitap edip saygılarını sunabilecekleri hiçbir fırsatı boşa harcamıyor. Bugün Kanada’da berbat bir şaka olarak alay konusu olan Michael Bernier bu delilik çemberine düşünülenden çok daha yakın. Benim sorum ise şu; tüm bunlar olurken temel ahlaki değerler konusunda kaygı duyan ve eleştirel düşünce yetisine sahip bizler, dünya vatandaşları, neden bir dayanışma inşa etmiyoruz. Reflekssel olarak “ama hepimiz farklıyız” tepkisi vermeden önce küresel çapta birbirimize sesimizi duyurabildiğimiz, fikir alışverişi yapabildiğimiz çok yönlü bir iletişim ağı kurmayı denesek hiç fena olmaz belki. 

Britanyalıların “sinirden titriyor” olarak algıladıkları şey aslında sağ popülizme karşı küresel dayanışma çağrısında bulunurken ses tonumdan yayılan yakarış ve küresel iletişimin oluşturulması için beslediğim ve sergilemekten çekinmediğim heves. Sağ popülizmin bir ülkede değil, yalnızca tüm dünya insanlarının omuz vermesiyle yenilgiye uğratabileceğini öğrendim çünkü. Aksi taktirde çıldırmak işten bile değil. Ve geldiğim ülkede çıldırmak demek gerçekten çıldırmak demek. 

Ece Temelkuran

Çeviri: Çağatay Yavuz         


No comments:

Post a Comment