Tuesday 26 May 2020

Papa Hem

Ernest Hemingway’in erken gazetecilik döneminden 3 ilginç makale

Hemingway edebiyat devine dönüştüğü kariyerinin henüz başlarında bir muhabir çırağıydı.  18 yaşında liseden mezun olduğunda Kansas City’ye taşınıp Kansas City Star gazetesinde - kendine özgü, darbeli ve staccato (kesik kesik) biçemini şekillendireceği - altı aylık bir staja başladı. 

Erken dönem metinlerinin bazıları günümüzün istatistiklere boğulmuş, ruhsuz habercilik örneklerine benzeyen aceleye getirilmiş, ham yazılardı. Ancak gün geçtikçe daha olgun ve edebi bir dil geliştirmeye başladı. İşte Hemingway’i sonunda bir efsaneye dönüştüren serüvenin ilk yıllarına ışık tutacak metinlerden bazıları.
 
“Hasta yetiştirme telaşının ertesi” (20 Ocak, 1918)

Hemingway kendisini bir hikaye yakalamaya öyle koşullamıştı ki hırsından ambulansların peşinden koştuğu bile söylenir. Star’da işbaşı yapmasından üç ay sonra verdiği uzun uğraşlar sonucu bir hastanenin gece vardiyası hakkında makale yazma iznini koparabildi. Bu makalede editörlerin ondan talep ettiği katı habercilik tonunu terk edip yazıya kısa bir hikaye yazıyormuş gibi giriş yaptı.

Gece vardiyasının telaşlı ambulans görevlileri sedyenin üzerine koydukları atıl yükle General Hospital’ın uzun, karanlık koridorlarında ilerlediler. Hasta kabul servisine varıp sedyedeki bilinçsiz adamı ameliyat masasına yatırdılar. Adam lime lime edilmişti, hırpaniydi ve elleri nasırlıydı. Kent pazarının yakınlarında patlak veren bir sokak kavgasının kurbanı. Kim olduğunu kimse bilmiyordu, Nebraska’nın küçük bir kasabasındaki bir ev için George Anderson adına ödenmiş 10$’lık kredi dekontu sayesinde teşhis edilebildi.

Cerrah adamın şişen göz kapaklarını neşterle açtı. Sonra masa başındaki görevlilerden birine dönüp “Kafatasının sol tarafında bir çatlak var” dedi. “Pekala George, senin şu evin kredi ödemelerini aksatmayacaksın. Merak etme.”

George bir şeylere uzanıyormuşçasına elini kaldırdı yalnızca. Görevliler masanın kenarından aşağı yuvarlanmasını engellemek için alelacele kollarına yapıştılar. Yorgun, nerdeyse boş vermiş bir edayla yüzünü kaşımayı başaran George elini tekrar yana indirdi. George Anderson dört saat sonra öldü.

Diğer muhabirler etten kemikten insanlara yalnızca kağıt üzerine yazabilecekleri isimler olarak yaklaşırken Hemingway onlardan karakterler yaratıyordu. “Ambulans” başlıklı haberinde hem olay örgüsü hem de destekleyici bir hikaye yaratabilmek için diyalog kullanmayı denedi. Dr. Andrew Wilson’a göre Hemingway incelikli, yürek sızlatan hicvini burada biledi. 

Bir gün yaşlı bir matbaacı kan zehirlenmesinden şişen eliyle geldi. Elini yaran metal baskı harflerden kurşun kapmış. Cerrah yaşlı adama sol başparmağını kesmek zorunda olduklarını söyledi. “Neden doktor? Şaka yapıyorsun değil mi? Neden? Bir denizaltının periskopunu koparmaktan daha beter bir şey olur bu. Başparmağım yerinde kalmalı. Eskinin hızlılarındanım ben.  Vakti zamanında, otomatik dizgi makineleri türemeden önce bir gün içinde altı dizgi tablası hazır ettiğim olurdu. Şimdi bile benim ustalığıma ihtiyaç var. En incelikli işlerden bazıları el işi oluyor.

Ve sen şimdi kalkmış o başparmağı benden alacağını söylüyorsun. Bir daha bir çubuğu bile doğru düzgün nasıl tutacağımı bilmek isterdim. Neden doktor, neden?”

Benzi solmuş, başı eğik bir vaziyette dışarı çıktı. Yaşlı adamın - gecenin karanlığında bir başına kaybolurken - içine düştüğü mücadeleyi savaşta sağ elini kaybederse intihar edeceğine yemin eden Fransız sanatçı anlayabilirdi. Gecenin ilerleyen saatlerinde geri geldi. Çok sarhoştu. “Gel bütün işleri sen yap o zaman, doktor. Gel de lanet işlerin hepsi senin üstüne yıkılsın” diyerek ağladı.

"Tankçı olan altı adam" (17 Nisan, 1918)

Savaş tüm hızıyla devam edip Atlantik’in bu yakasındaki suları bulandırmaya başladığı sıralarda Hemingway’den Gettysburg’daki ulusal tank tatbikat kampını kapak hikayesi yapması istendi. O ise hücum sırasında bir tankın içinde olmanın nasıl bir şey olduğunu anlatan bir makaleyle döndü.

Makineli tüfekçiler, topçular ve makinistler insanı olduğu yere mıhlayan istasyonlarındaki yerlerini alıyorlar, komutan sürünerek koltuğuna oturuyor, motorlar takırdayarak çalışıyor ve dev çelik canavar madeni sesler çıkararak hantalca ilerlemeye başlıyor. Komutan tankın gözleri ve beyni. Ön taretin hemen altında çömelmiş ince bir yarıktan bakarak darmadağın olan çatışma sahasını gözlemliyor. Tankın kalbiyse, onu sadece zırhlı bir korunak olmaktan çıkarıp yaşayan, hareket eden bir savaşçıya dönüştüren makinist.

Tank taarruzunun en büyük olayı ise ardı arkası kesilmeyen gürültü. Almanlar çamurun içinde yuvarlanarak yaklaşan canavarı fark etmekte zorlanmıyorlar ve kurşun sağanağı başlıyor. Makineli tüfek mermileri tankta gedik açabilmek için zırhın üzerinde bir nehir akıntısı oluşturuyor. Ama tankın kamuflaj boyasını kazımaktan başka bir zararları olmuyor.

Tank öne doğru atılıyor, bir tümseğe tırmanıyor ve sonra buz üzerinde kayan bir sus samuru gibi usulca aşağı kayıyor. İçerde silahlar kükrüyor, makineli tüfekler bir daktilonun düzenli tıkırtılarını yayıyor. Gaz dumanına karışan yanık yağ ve barut kokusunun üstüne temiz hava soluma arzusu da ağır basınca tankın içindeki hava çekilmez bir hal alıyor.

Zırha çarpan mermilerin sürekli sesi yağmur damlalarının teneke çatıdaki tıkırtılarını andırıyor. Ekip işinin başında, silahları ateşlemeye devam ediyor. Top mermileri tankın yakınında patlıyor ve sonunda tam isabet bir vuruş canavarı sarsıyor. Ama tank sadece bir anlığına tereddüt edip hantalca hareket etmeye devam ediyor. Dikenli teller çiğneniyor, siperler aşılıyor, makineli tüfek mevzileri bulamaç haline getiriliyor.

Sonra bir düdük sesi duyuluyor, tankın arka kapısı açılıyor ve içeri süzülen ışıkla beraber yüzleri baruttan ve yağdan simsiyah olduğu anlaşılan adamlar yanlarından süpürücü kuvvet olarak geçen kahverengi piyade seline tezahürat yapmak için daracık kapıdan dışarı üşüşüyorlar. Sonra doğru koğuşlara.

"Karışık savaş, sanat ve dans" (21 Nisan, 1918)

Bu Hemingway’in Kansas City Star için yazdığı son ve en sevdiği makale. Bu noktada gazeteciliğin tipik “kim, ne, nerede, ne zaman” sorularını tamamen terk etmiş olan Hemingway makalesine loş bir sahne ve karakterle giriş yaptı.

Dışarıda bir kadın sokak lambalarının aydınlattığı ıslak kaldırım boyunca karın ve sulu sepkenin içinden geçerek yürüdü.

Hikayenin aslında güzel sanatlar enstitüsünden bayanların katıldığı askeri dans gecesi hakkında olması bekleniyordu. Oysa Hemingway sözdizimini içeride gülüp oynaşan çiftlerlin mutluluğuyla sokakta tek başına yürüyen kadının soğuk yalnızlığını kıyaslamak için kullandı. Yazısında açıkça belirtmese de kadın bir hayat kadınıydı. Hemingway’in bu yazıda yıllar sonra meşhur olacak “buzdağı kuramını” sinsice sınadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Funston’dan üç adam Kansas City’li sanatçıların ortak resim sergisini inceleyerek duvar boyunca kol kola yürüdü. Piyanist parçasını bitirdi. Dansçılar alkışlayıp tezahürat yapınca bu kez “The long, long trail awinding” i çalmaya başladı. Kırmızılı çevik bir kızla dans eden piyade onbaşı dudaklarını kızın kulağına yanaştırarak Kansas, Chautauqua’dan genç bir hanımla ilgili sırrını paylaştı. Bir kız grubu koridorda sarı kafalı genç bir topçunun etrafında toplandı ve asker parolayı unutan albaya zor anlar yaşatan arkadaşının taklidi yapınca grup onu alkışladı. Müzik yine durdu ve ağırbaşlı piyanist iskemlesinden kalkarak içki molası için hole çıktı.

Hevesli bir erkek kalabalığı bir sonraki dansın sözünü almak için kırmızılı kızın başına üşüştü. Dışarıdaki kadın sokak lambalarının aydınlattığı ıslak kaldırımda yürümeye devam ediyordu.

Scott Donaldson Cambridge Companion to Hemingway kitabında, bu metnin başında, ortasında ve sonunda hayat kadınına yönelik yapılan göndermelerin gazetecilik de bile Hemingway’in kurgusal örgü tekniğini kullanmayı öğrendiğinin bir kanıtı olduğunu söylüyor. Makaleyi toparlayış biçimiyle daha sonra romanlarında da yinelenecek olan gelenekselcilikten kaçınma eğilimini, salt gerçeklere bağlı kalmayarak insanın kendine özgü doğasıyla daha fazla şeyi açığa vurabileceği bir yöntem yakalama çabasını ve olay örgüsünün önemini içsel kıyaslama yerine dışsal kıyaslamayla vurgulayışını rahatlıkla gözlemliyoruz.

Piyanist iskemlesine döner dönmez amansız bir dans partneri kapma yarışı başladı. Tekrar ara verildiğinde askerler kızların dedikodusunu yapmak için meyve kokteyliyle dolu kovanın başında toplanıp kadeh tokuşturdular. Etrafı zeytin yeşili üniformalılarla sarılı kırmızılı kız piyanonun başına oturdu, kızlı erkekli guruplar piyanonun etrafında toplandı ve hep beraber gece yarısına kadar ahenk içinde şarkılar söylediler. Gecenin sonunda asansör bozulmuştu. Neşeli kalabalık altıncı kattan aşağı merdivenlerden inip arabalara doluştu. Son araba gözden kaybolduğunda kadın sokak lambalarının aydınlattığı ıslak kaldırım boyunca karın ve sulu sepkenin içinden geçerek yürüdü. Sonra başını kaldırıp altıncı katın karanlık pencerelerine baktı.

Lucas Reilly

Çeviren: Çağatay Yavuz

İki kelam

Ernest Hemingway ‘in buzdağı kuramı, metinde yer almayan bilgi ve duygu yumağının buzdağının (hikayenin) temelini güçlendirdiğini, okuyucunun imgelemine, yorumlama yetisine ve zekasına başvurarak kendiliğinden ve özgürce bir alt metin oluşturacağına güvenilmesi gerektiğini savunduğu yazım tekniğiydi.  Bu kuramla Papa Hem, anlatmaya değer hikayeden yoksun yazarların sıklıkla başvurduğu temelsiz hikayeleri süslü cümlelerle okumaya değer edebi metinlere dönüştürme çabasının beyhudeliğine atıfta bulunuyordu şüphesiz. Edebiyatı basit bir hikaye anlatıcılığına indirgediğini düşünenler yok değildi. Ancak bana kalırsa Hemingway’in yaptığı ince detaylarla donatılmış bir çiçek resmi çizip okurlara çiçeğin yapraklarını ve resmin geri kalanını dilediklerince renklendirmelerini istemekten başka bir şey değildi. Öyle ki, “Balık” isimli tablosunu sergilediğinde “balık bunun neresinde?” diye soran gazeteciye “bu balık değil, resim” cevabı vermek zorunda kalan Picasso gibi anlatılmak istenen şeyi kötürüm hayal güçleriyle ıskalayan insanları kelimeleriyle pataklamak zorunda kalmadı hiçbir zaman. İşini yaptı, içinde birikenleri kağıda akıttı ve çekini aldı. Doğal ve duru güzelliğiyle öne çıkan bir kadının makyajla çirkinleşebileceği gibi hüzünlü bir hikayenin hüzünlü cümlelerle, sarsıcı bir hikayenin sert kelimelerle çekilmez hale geleceğini düşünmüş olmalı ki (bu düşüncesinde isabetliydi) dillere destan vurgulu staccato biçeminin bile anlattığı hikayenin önüne geçmesine asla izin vermedi. 

Yazarları başarılı kılanın ne olduğunu bilmiyorum, ama efsanevi yazarların başvurdukları anlatımlar kadar başvurmadıkları anlatımlar sayesinde efsaneleştiklerinden eminim. 

İki dünya savaşı, bir İspanyol salgını, bir büyük buhran, sayısız ölüm ve çokça sefalet görmüş, dünyanın gezmediği köşesi kalmamış muhabir kökenli bir yazarın anlatacak hikaye kıtlığı çekmesi beklenemezdi elbette. Ama bu noktada, kafasını sanatoryumdan zar zor çıkarabilmiş Kafka’ya, gün yüzü görmemiş Sade’ye, ana rahminde bile düş görebilen bebeklere ve başını pencereden uzatmadığı halde sokağın seslerini duyabilen herkese bir selam göndermem gerekiyor ki, bu da hikaye kıtlığı çeken yazarlara yaşamla sanatı ve sanatla yaşamı yaratma döngüsünde imgelemin önemini kavramalarına yardımcı olur veya en azından imgeleme sarılma konusunda cesaret verir diye ümit ediyorum. Bu yazdıklarımı vasat üstü bir okuyucu olarak yazdığım için hayli cüretkar ve hatta biraz acımasız davrandığımın farkındayım. Ama nihayetinde birilerinin acı gerçeklerden bahsetmesi gerekiyor. Acı gerçek ise Vonnegut’un kurak hayallerinin ve süslü cümlelerin esiri olmuş yazarlara atfen söylediği gibi; “Yetenek çok sık rastlanan bir şey. Kelimeleri arka arkaya sıralayıp şiirsel bir şeyler zırvalayabilen o kadar çok insan var ki. Kıt olan şey bir yazarın yürüdüğü yolu yürüme azmi.” 

Ernest Hemingway bu yolu ateş üzerinde yürüdü.

Çağatay Yavuz.