Thursday 18 June 2020

Hayatının golü


Spor tarihinin sayfalarını çevirdikçe 73 yılındaki kanlı darbeyle Şili yönetimini ele geçiren diktatör Pinochet’yi protesto etmek için Santiago’daki maça gelmeyi reddeden SSCB milli futbolcularından Conrinthians takımında ter dökerken futbolun bahşettiği ünü ülkedeki askeri diktatörlüğe meydan okumak için kullanan Brezilyalı efsane orta saha Doktor Socrates’e, 68 olimpiyatlarında 200 metre koşusunda 1’inci ve 3’üncü olan Tommie Smith, John Carlos ikilisine eldivenlerini verip ırkçılık karşıtı protestolarına katılan Avustralyalı atlet Peter Norman’dan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam edilmelerine karşı imza toplayan Metin Oktay’a, Vietnam savaşına gitmeyi reddedince şampiyonluk kemeri elinden alınan Muhammed Ali’den ülkesindeki çatışmaları dindirmek için barış konuşmalarına aracılık eden Didier Drogba’ya, ilham verici hikayeleriyle satır aralarından gülümseyerek içimizi ısıtan onlarca hatta yüzlerce isimle karşılaşıyoruz.

Bu parıltılı isimlere geçtiğimiz Pazar gecesi Manchester United’ın ve İngiltere milli takımının 22 yaşındaki siyahi forveti Marcus Rashford da katıldı. 

Son bir haftada köle taciri heykellerinin birer birer yıkılışına yüzyıllardır uyguladığı sömürgeciliğin günahını çıkarıyormuşçasına göz yuman Birleşik Krallık hükümeti yoksul ailelerin okula giden çocukları için uyguladığı haftalık 15 sterlinlik (130 TL) yemek kuponu programını okulların tatil olmasını gerekçe göstererek askıya alınca Marcus, aşağıdaki meydan okuyan dizeleri kaleme alıp parlamentoya gönderdi. Mektubun parlamentoya ulaşmamasından, ulaşsa bile yankı uyandırmamasından korkan Marcus işi sağlama almak için mektubun tam metnini aynı anda resmi twitter hesabından yayınladı.  
         

Parlamento üyelerine,

Normal koşullar altında olsaydık EURO 2020’nin başlayacağı bu haftada, “ilk milli maçında gol atan en genç oyuncu” unvanını kazanmış olarak Sunderland’daki Stadium of Light’ın ortasında durup o büyülü dakikaların tadını çıkardığım 27 Mayıs 2016’ya dönmek istedim. Bayraklarını sallayan, formalarındaki üç aslanı yumruklarının içine alıp dalgalandıran coşkulu kalabalıkları uzunca bir süre seyretmiş ve yalnızca kendi adıma değil, İngiltere milli takımı için oynama rüyamı gerçekleştirip bu ana ulaşmama yardımcı olan herkes adına ezici bir gurur yaşamıştım.

Bilmelisiniz ki; içinde büyüdüğüm topluluğun nezaketi ve cömertliği olmasaydı, ben Marcus Rashford, tutkunu olduğum oyunu oynayarak kariyer yapacak kadar şanslı 22 yaşında siyahî bir genç olarak bugün karşınızda bulunamazdım.
Buraya varış hikayem İngiltere’deki bir çok aile için fazlasıyla bilindik bir hikaye. Annem akşamları masanın üstüne sıcak bir tas yemek koyacağından emin olmak için asgari maaşla tam zamanlı çalışıp yine de yetiremeyen kadınlardandı. Sistem, annemin ne kadar çabaladığı gözetilmeksizin, bizim gibi ailelerin başarılı olup rahat bir hayat sürmeleri için inşa edilmemişti.

Aile olarak kahvaltı kulüplerine, ücretsiz okul yemeklerine, komşularımızın ve antrenörlerimizin şefkatine güvenmek zorundaydık. Yemek bankaları ve aşevleri hiç yabancı değildi; her yıl Noel yemeği yardımı almak için Northern Moor’a gidişimizi hatırlıyorum. Her şey dün gibi hala. Annemin beni 11 yaşında yurda yollayarak yaptığı fedakarlığın yüceliğini henüz anlamaya başlıyorum – hiçbir annenin yüreğinin bir parçasını yitirmeden alabileceği bir karar değil bu.

Çocukların ve ebeveynlerin yine bayrak salladığı, sokakların, stadyumların tekrardan gurur ve coşkuyla dolup taştığı bir yaz geçiriyor olmalıydık bu günlerde, ama işin gerçeği Wembley Stadını kapasitesinin iki katından fazla -aileleri yemek bulmakta zorlandığı için öğün atlamak zorunda kalan- çocukla doldurabilecek durumdayız. (Food Foundation’a göre 200.000 çocuk)
Merak ediyorum da, mideleri guruldayan bu 200.000 çocuk bir gün üzerlerine İngiltere forması geçirip tribünde ulusal marşı söyleyecek kadar ülkeleriyle gurur duyabilecekler mi. On yıl önce olsaydı o çocuklardan biri de ben olurdum ve sizler ne sesimi duyar ne de çözümün bir parçası olmadaki kararlılığımın farkına varırdınız.

Çoğunuzun bildiği üzere sokağa çıkma kısıtlamaları ile birlikte okullar geçici olarak kapatılır kapatılmaz ücretsiz yemek açığını karşılamak amacıyla bir yardım kuruluşu olan FareShare ile işbirliği yapmaya başladım. Kampanyamız Birleşik Krallığın dört bir köşesindeki savunmasızlar ordusuna haftada 3 milyon yemek paketi dağıtıyor olsa da bunun yeterli olmadığının farkındayım. 

Söylediklerimin siyasi hiçbir yanı yok. İnsanlıktan, insanlık onurundan ya da en basitinden aynaya bakarken -o veya bu sebepten ötürü kendini koruyamayan insanları korumak için yeteri kadar- savaşmış olmanın vicdani hafifliğini duyumsamaktan bahsediyorum. Siyasi ajandaları ve çekişmeleri bir kenara itip hiçbir çocuğun gece yatağına boş mideyle gitmemesi gerektiği konusunda uzlaşamaz mıyız? 

Gidişatın yönünü acilen değiştirmezsek İngiltere’deki açlık/yiyecek yoksulluğu –adına ne derseniz deyin- nesilden nesle aktarılan bir salgın haline gelecek. İngiltere’deki 1.3 milyon çocuk ücretsiz beslenme desteği alırken bu sayının çeyreği kadarı okulların kapatılması emri verildiği günden beri hiçbir destek görmedi. Yükün büyük bir kısmı hatta belki de tamamı Covid-19 yüzünden işlerinin buharlaştığına şahit olan ve çocuklarının -normalde almaları gereken besinin çok daha azıyla öğrenim için gerekli asgari odaklanma gücüne sahip olduklarını umarak- öğretmenlik işine soyunan ebeveynlerin sırtına bindi.

Sistem hata veriyor bayanlar baylar. Ve eğitim olmadan, bu yoksulluk dögüsünü devir daim etmesi konusunda cesaretlendiriyoruz. 

Pandeminin acı etkilerine daha geniş bir çerçeveden bakmak gerekirse, 2018-2019 yılları arasında Birleşik Krallıktaki herhangi bir okulun herhangi bir sınıfında 30 çocuktan 9’u yoksulluk sınırı altında yaşıyordu. Bu sayıya 2022 yılına kadar 1 milyon çocuğun daha eklenmesi bekleniyor. Bugün İngiltere’de Siyah ve azınlıktaki diğer etnik gruplardan olan çocukların %45’i yoksullukla boğuşuyor. 2020 İngilteresi böyle…

Yoksullukla boğuşan bu insanlardan binlerce hikaye dinleme şansım oldu. Beklenmedik bir biçimde işlerini kaybettikleri için ailelerini geçindirme kaygısıyla hastalanan, uyku zorluğu çeken, depresyona giren babaları, okula zimmetli banka kartı limite dayandığı için zor durumdaki ailelere gıda desteği paketlerini kendi cebinden karşılayan okul müdürlerini, eve kapanma döneminde zamlanan elektrik ve yiyecek faturalarını göğüsleyemeyen anneleri, çocukları için kendi öğünlerinden fedakarlık eden ebeveynleri dinledim. 2020 yılında ne ebeveynler ne de çocuklar aç kalmalı. Çocuklarının geleceğini düşünmeyi çocuklarını yatağa tok göndermenin yanında lüks sayan bu endişeli insanların yakarışlarını duymanız için sizlere yalvarıyorum.

Geçen birkaç haftada “bakamayacakları çocuklar” doğurdukları için suçu anne babalara atan yaralayıcı tweetler okudum. Aynı şey annem için de söylenebilirdi. Oysa gelin görün ki sevgi ile ilginin hiçbir zaman eksik olmadığı bir ortamda büyüdüm.  Bugün karşınızda oturan adam anne sevgisinin bir ürünü. Çocuklarının mutluluğu için her şeyini feda edebilecek bekar bir ebeveynin çocuklarına verdiği sevginin zerresini tadamayan orta sınıf aile üyesi bir çok arkadaşım var. Bahsettiğimiz ebeveynler bunlar işte: normalde günün her saati asgari ücret için terleyen ve salgının felce uğrattığı hizmet sektörünün makul zayiatı kabul edilen ebeveynler! 

Pandemi sürecinde insanlar bıçak sırtında yaşıyorlar. Atlanan tek bir fatura ödemesinin bile çocuklarını sosyal hizmetlerin himayesine sürükleyenin yoksulluk olduğunu ve sistemin düşük gelirli aileleri hüsrana uğratması için tasarlandığını bilen insanların üzerindeki endişeyi katlayarak artıran sarmal bir etkisi oluyor. Koca bir adamın “Dayanamıyorum” ya da “Artık aileme bakamıyorum” demesi için ne kadar cesarete ihtiyacı olduğunu biliyor musunuz? Anneler, babalar, ülkenin dört bir yanından yardım çağrılarında bulunuyorlar. Ve onları dinlemiyoruz.

Bir de geçen hafta bir parlamento üyesinden “sosyal yardım sistemimiz bunun için var” içerikli bir savunma mesajı aldım. Evrensel Kredi programından ve programa başvuran ailelerin büyük bir çoğunluğunun 5 haftalık gecikmeyle karşılaştığından bir hayli haberdar olduğumdan emin olabilirsiniz. Evrensel Kredi programı kısa vadeli bir çözüm değil. Ve öğrendiğim kadarıyla aile başına iki çocuk sınırı getirilmiş, yani bu, annem gibi 5 çocuk sahibi bir ebeveynin sadece iki çocuğun masrafını karşılayabileceği anlamına geliyor. 

Nisan 2020 itibariyle 2.1 milyon insan işsizlik maaşı başvurusunda bulunmuş. İşsizlik fonuna yapılan bu başvuruların Mart 2020’den beri artışı 850.000. Zorunlu ücretli izin programı sona erip kitlesel işsizlik dönemi başladığında çocuk yoksulluğu sorunu daha da içinden çıkılmaz bir hale gelecek.

Annem gibi ebeveynler yaz tatilleri boyunca güvenli bir alan ya da en azından bir öğün yemek sağlayabilecek kreşlere, çocuk kulüplerine emanet ederlerdi çocuklarını. Bugün anne babaların böyle bir seçeneği yok. İşsizlikle yüzleştiklerinde Pazartesi sabahı ilk iş olarak ailelerini geçindirebilecekleri bir iş bulma umuduyla iş bulma kurumunda alıyorlar soluğu. Bugün anne babaların bulabilecekleri bir iş yok.

Manchester, Wythenshawe’lu düşük gelirli bir aileden gelen siyah bir adam olarak devletin ve toplum bilimcilerin gözünde bir istatistik olarak kalabilirdim. Bugün adım gollerim, paslarım ve ilk on birde sahaya çıkışlarım sayesinde istatistik kelimesiyle aynı cümle içinde kullanılıyorsa, bunu annemin, ailemin, komşularımın ve hocalarımın karşılıksız desteklerine borçluyum. Bugün geldiğim konumu sesi duyulmayan insanların imdat çığlığı olup yardımlarınızı talep etmek için kullanmasaydım aileme, beni yetiştiren iyi yürekli insanlara ve en önemlisi de kendime ihanet etmiş olurdum. 

Hükümet ekonomi konusunda bugüne kadar “ne gerekiyorsa o” yaklaşımı sergiledi  -  Şimdi sizlerden aynı yaklaşımı İngiltere’nin savunmasız ve düşkün çocuklarını korumak için sergilemenizi istiyorum. Sefaletin öğütmek üzere olduğu bu insanların yakarışlarını duymanız ve içinizde, derinlerde bir yerlerde uyuyan insanlığınızı uyandırmanız için yalvarıyorum. Yaz tatili süresince yemek kuponu programını askıya alma kararınızı lütfen gözden geçirin ve uzatılmasını garanti edin.

2020 İngiltere’sinde bu konu acil önem arz ediyor. Ulusun gözleri üzerinizdeyken lütfen U-DÖNÜŞÜ yapın ve en kırılgan hayatları korumak önceliğimiz olsun.

Saygılarımla,

Marcus Rashford 


Mektup sosyal medyada büyük ses getirdi, saatler içinde sade vatandaşın, ünlülerin, her kamptan siyasetçinin ve maç günleri birbirlerinin boğazını sıkmaya hazır tüm Premier Lig taraftarlarının desteğini arkasına alan Marcus tarih sayfalarında sadece golleriyle anılmak istemediğini yinelercesine, Downing Street’ten gelecek olası bir U-dönüşü kararını beklemeden The Times için aşağıdaki yazıyı kaleme aldı. Marcus Rashford artık sadece bir futbolcu değildi.                    
   

Kariyeriniz bazen sizi hiç beklenmedik yerlere götürebiliyor. On yıl önce biri bana günün birinde The Times için makale yazacağımı söyleseydi çok gülerdim, ama işte buradayım, Pazartesi akşamı bu yazıyı yazıyor ve yazının açılışını gün boyunca aklımı kurcalayan bir soruyla yapıyorum: Yeterince mücadele ettim mi?

Parlamentoya yolladığım açık mektubun dinleyen kulaklara düşmemesinden endişelenerek Pazar gecesi neredeyse hiç uyuyamadım. Endişemin sergilediğim duruşla bir alakası yoktu (duruşum konusunda asla şüphem olmadı) ama olası bir U-DÖNÜŞÜN kendi ailem gibi nadiren sesinin duyurabilen düşük gelirli aileler üzerinde yaratacağı etkinin, bir nebze de olsa rahatlama hissiyle insanın içine dolan neşenin hayali ile kıvranıyordum sanırım. İnsanlar sıklıkla geçen sene Şampiyonlar Liginde PSG’yi elediğimiz maçta son penaltıyı atarken neler hissettiğimi soruyorlar. Cevabım ise her zaman aynı oluyor: Turnuvayı kazandık mı? 

Son 24 saattir parlamenterlerden ve sade vatandaşlardan aldığım destek mesajlarıyla mahcup olurken sonraki turda Barcelona’ya elenişimizle yaşadığım hissin bir benzerini de yaşamadan edemiyorum: Şampiyonlar Ligi kupasını kaldıramayacaksak neyi başarmış olduk ki?

Bugün futbol kariyerimin bana bahşedebileceği en büyük kupadan bile daha büyük bir kupaya diktim gözlerimi. Ve her zamankinden daha azimliyim. Ücretsiz yemek kuponu programının yaz ayları süresince askıya alınması kararıyla ilgili kabinenin yaptığı U-DÖNÜŞÜNÜN bizlere tur atlattığının ama ülkece kupayı kaldırıp nihai mutluluğa ulaşmamız için önümüzde daha çok uzun bir yol olduğunun farkındayım. Söz konusu kupa çocuk yoksulluğunun kökünü tamamen kazımaktan başka bir şey değil tabi ki.

Değerli parlamenterlerimizden daha iyi bir eğitime sahip olduğumu iddia etmem mümkün değil elbette, ama toplumsal bir eğitimim olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yaşadığım çevrenin zaaflarını, kırılganlıklarını, öfkelerini ve hüsranlarını bildiğim gibi mutluluklarını, hayallerini ve zevklerini de iyi biliyorum. U-DÖNÜŞÜ kararının Birleşik Krallığın dört bir köşesine dağılmış 1.3 milyon kırılgan çocuk için nasıl bir fark yaratacağı konusunda epey bir fikrim var mesela çünkü on yıl önce ben de onlardan biriydim. 

Açlığın nasıl bir his olduğunu biliyorum. Arkadaşlarımın sırf anne babaları aç olmadığımdan emin olsun diye beni akşam yemeklerine davet ettiklerinin her zaman farkındaydım. Beni böyle bir topluluk yetiştirdi işte, bugün karşınızda durup desteğinizi isteyen Marcus Rashford böyle insanların arasında yetişip bir İngiltere milli futbolcusu oldu. Çocukken ne zaman otobüsle Manchester şehir merkezinden geçip sokak köşelerindeki evsizliğe tanıklık etsem günün birinde bu “talihsiz” insanlara yardım edebileceğim bir konuma gelmek için yemin ederdim. 

Sesimi duyurmama izin veren kırılgan bir platforma sahip olduğumun ve kırılgan insanların hikayelerini dinlemenizi istediğimin farkındayım. İnsanlar acı çekiyor ve onların ağlamalarına kulak tıkıyoruz. Ücretsiz yemek kuponu başvurusunda bulunan –kayıp nesil diyebileceğimiz- 1.3 milyon çocuk ve karantina döneminde bu ürpertici rakamın çeyreği kadar hiç yardım alamamış çocuk var.

Sabah süt şişesine uzanmak için buzdolabına yürüdüğünüzde duraksayın ve boş raflara ve masumane bir “neden” sorusuna uyanan en az 200.000 çocuğun ebeveynini düşünün. Bugün herhangi bir sınıftaki 30 çocuktan 9’u neden diye soruyor. Neden onların hayatının bir önemi yok? Bu 2020 yılında İngiltere’nin yıkıcı gerçeği. 

Eğer düşünce yapımızı kökten değiştirmezsek gelecek nesillerin üzerine kabus gibi çökecek salgın bir hastalık bu. Kaçınılmazı irdelemeli, kaçınılmazdan korkmalı ve yüz yüze olduğumuz Covid-19 ve çocuk yoksulluğu salgınlarının uzun vadede çocukların ve anne babaların üzerinde onları hayal kırıklığına uğratan topluma uyum sağlama açısından ruhsal sağlık tehlikesi oluşturduğunun farkına varmalıyız.

Annemin bir sonraki faturayı ödeyememe endişesiyle veya günün her saati çalışırken gözlerini üzerimden bir an kaçırırsa yanlış kişilerle arkadaşlık edip başımı belaya sokarım korkusuyla günlerdir uyumadığı olurdu. Yedi sekiz yaşlarımdayken bile içine girdiği kaygı cenderesinin farkındaydım, ama aynı zamanda elinden gelenin en iyisini yaptığının da farkındaydım. Daha önce söylemiştim, bir kez daha vurgulamakta zarar görmüyorum: Sistem ne kadar sıkı çalışırsak çalışalım bizim gibi ailelerin başarısız olması için tasarlanmıştı.

Son 24 saattir “olağan olarak” lafının sıklıkla kullanıldığına şahit oldum. Sanırım hepimiz bu zorlu zamanların “olağan”ın uzağından bile geçmediği konusunda görüş birliğine varabiliriz. Kırılgan çocuklarımızı korumak için atacağımız adımlar “olağan” hariç her şey olmak zorunda.

Biz futbolcular iş milli formayı sırtımıza geçirip profesyonel futbol kariyerlerimizdeki türlü rekabeti, tatlı tatsız çekişmeyi bir kenara bırakıp birlik olmaya geldiğinde İngiltere olabiliyorsak, meclis üyelerini de siyasi rekabetlerini bir kenara itip ülke genelinde nesiller boyu etkisi sürecek hayati bir konu hakkında omuz omuza dayanışmaya davet ediyorum. Yoksulluk döngüsünü paramparça etmemize yardımcı olun.

Lütfen doğru olanı yapın ve ücretsiz yemek kuponu programını okulların kapalı olduğu yaz ayları boyunca devam ettirin. Zor durumda olan ailelerimizin endişe listesinin ilk sayfasını yırtıp atın.

Marcus Rashford


Salı günü Marcus’un The Times için yazdığı dizeleri okuduğum dakikalarda başbakan Boris Johnson televizyondan Rashford’a toplum vicdanının sesi olduğu ve kararlarını gözden geçirmelerine fırsat tanıdığı için şükranlarını sunuyordu. 

Sonunda Büyük Britanya hükümeti U-dönüşü kararını açıkladı. #BlackLivesMatter sloganına karşı gizli ırkçı eğilimlerinin dışavurumu olarak #AllLivesMatter sloganını türeten kitlelerin, heykel tapıcıların ve sağcı popülist hükümetin kalesine son dakika golü atan Marcus Rashford, sadece siyahi çocuklarla değil, dini, ırkı ne olursa olsun ortak yazgıları yoksulluk olan -toplumun her kesiminden- milyonlarca çocuk ve ebeveynle kol kola tur atladı.        

Çağatay Yavuz

Friday 5 June 2020

Ülkeni nasıl kaybetmezsin

Ülkeni nasıl kaybetmezsin

Britanyalılara özgü küçümseyici/iğneleyici iltifat etme sanatı benim gibi acemiler için hep bir muamma olmuştur. Oxford’da davetliyken “ilginç” kelimesinin çoğunlukla “saçma” ya da “tutkulu” anlamında kullanıldığını öğrenmiştim - ki çılgın ya da düpedüz “deli” anlamında da kullanıldığı için Britanya’da alabileceğiniz en berbat iltifatlardan biridir. Ama son kitabım “How to Lose A Country” (Ülkeni nasıl kaybedersin: Yedi adımda demokrasiden diktatörlüğe) hakkında yayınlanan bir eleştiri yazısı sayesinde yeni bir iltifata şahit oldum; “sinirden titriyor”. Bunun pek de iyi niyetle edilmiş bir iltifat olmadığından eminim, özellikle de Britanya’nın Brexit karmaşasına öfkeden köpürmesi için iki koca yıl geçmesi gerektiğini göz önünde bulunduracak olursak. Oysa benim geldiğim yerde kızgın demek kızgın demek ve tüm gezegen Türkiye’deki meşhur rejimi iyi bildiği için çokları öfkemin haklı bir sebebe dayandığı konusunda görüş birliğine varıyor. Sanırım sorunun bir kısmı da bu zaten; geldiğim yer. Küresel siyasi delilik hakkında bir kitap yazmış olmama rağmen çokları hala bunun kendi ülkelerinden ziyade Türkiye ile ilgili kaleme alınmış olduğuna inanıyor. Türkiye’nin başına gelenlerin güya uygar insanların yaşadığı Avrupa’nın ya da Birleşik Devletler’in başına gelmeyeceğini varsayıyorlar. 

“Ama Türkiye Müslüman bir ülke!”
Avrupa kentlerine düzenlediğim kitap tanıtım ziyaretleri sırasında her ne zaman “ülkemin başına gelenler burada da yaşanmaya başladı” desem içlerinden en iyisinin “Sağ popülizm bize uğramaz çünkü biz Müslüman değiliz” savunması olduğu müthiş yaratıcı inkar ve ayakta uyuma yöntemlerine şahit oldum. Hıristiyanlığın yaklaşan tehlikeye karşı kendilerini koruyacağını sanan arkadaşlara bol şanslar diliyorum. Sağ popülizmin siyasi salgınından olgunlaşmış demokrasileri ya da devlet kurumlarının dayanıklılığı sayesinde yırtacaklarına inanmak isteyenlere de bol şanslar.

Almanya’da, Belçika’da, Avusturya’da ve Fransa’daki insanların kendilerine özgü ulusal mizaçla ama farklı dillerde hep aynı şeyi savunduklarını gördüm, “Hayır, burada aynı şeyler olmaz.” Erdoğan on yedi yıl önce iktidara geldiğinde bizim söylemimiz de aynıydı. O deli saçması şeyler sadece Arap ülkelerinde olur diyorduk. (Ta ki kumaş epriyip iş görmez hale gelene dek her ulusun üstünlük yanılsaması yaratıp memnun ve güvende hissedebilmek için kullandığı kendine özgü bir kumaşı vardır.) Bizler neden ülkemizde böyle bir şeyin yaşanamayacağı sorusunu, tıpkı sizlerin/onların/herkesin şu an cevapladığı gibi cevapladık o zamanlar; devlet kurumları demokrasiyi korur, yargı işini yapar, muhalefet partileri tepki verir, insanlar direniş gösterirdi. Tıpkı Amerikalıların seçim sonrası yaptığı gibi liderimizin henüz acemi olduğunu düşünüp kendisine daha fazla zaman tanımamız gerektiğini dillendirdik. Britanyalılar gibi, kaygılarımızı yatıştırmak için elimize geçen her fırsatta işi mizaha vurduk. Ağzından dökülen her saçmalığa tepki verirlerse popülist liderlerini er ya da geç tükenmişliğe iteceklerine inanan Hollandalılardan farkımız yoktu. Belçikalılara benzer bir şekilde yargının ne yapıp edip siyasi deliliği dizginleyeceğinden emindik. İnsanların popülist liderin ahlaksızca sergilediği yabancı düşmanı ve ırkçı hareketlerinden usanıp sonunda ondan nefret edeceklerini umduk Avusturyalılar gibi. Merkezi dengeyi sağlaması için yeteri kadar çalışkan bir lider bulabilirsek, tıpkı Fransızlar gibi, işlerin yolunda gideceğine inandık. Bugün geldiğimiz noktada bütün o taktiksel hamlelerin nasıl sonuçlar doğurduğunu hepimiz iyi biliyoruz. Sağ popülizmin ve baskıcı rejimin şeytani insanların sokaklara inerek iyi insanları kıyıma uğrattığı bir gecelik ani bir baskınla ulusun üzerine çökmediğini defalarca vurguladım bu yüzden. Toplumun kılcal damarlarına alenen ve hiç aceleci davranmadan sızdığını, sosyal ve siyasi yaşam üzerindeki egemenliğini kurmak için dirsek darbeleriyle kendine açtığı yolu yürürken her adımında deliliği ve vasatlığı gitgide normalleştirdiğini ve baskı rejimine işaret eden her adımın geçiştirilmeden irdelenmesi gerektiğini beyinlere mıhlamaya çalışıyor olmamın nedeni de bu. Ancak çağrısında bulunduğum siyasi teyakkuz (uyanık olma) hali küreselleşmediği sürece önemini yitiriyor çünkü boğuştuğumuz şey küresel çapta birbirine göbekten bağlı bir canavarlar ordusundan başka bir şey değil.

Sağcı popülist liderlerin küresel bir işbirliği içinde olmadığını ve her ülkenin kendine özgü sorunla baş başa kaldığını varsaymak epey naif olurdu. Sağ popülizmin siyasi figüranlarına kral tacı giydiren Steve Bannon’ın eski kıtanın popülistlerini desteklemek için beraberinde götürdüğü Amerikan dolarlarıyla Avrupa’nın müdavimi olduğunu biliyoruz. İtalyan popülist lider Avrupa Parlamentosu seçimlerinde cephe açmak için diğer sağcı liderlere çağrıda bulunuyor. Sağcı popülist liderler birbirlerine “halkın gerçek lideri” diye hitap edip saygılarını sunabilecekleri hiçbir fırsatı boşa harcamıyor. Bugün Kanada’da berbat bir şaka olarak alay konusu olan Michael Bernier bu delilik çemberine düşünülenden çok daha yakın. Benim sorum ise şu; tüm bunlar olurken temel ahlaki değerler konusunda kaygı duyan ve eleştirel düşünce yetisine sahip bizler, dünya vatandaşları, neden bir dayanışma inşa etmiyoruz. Reflekssel olarak “ama hepimiz farklıyız” tepkisi vermeden önce küresel çapta birbirimize sesimizi duyurabildiğimiz, fikir alışverişi yapabildiğimiz çok yönlü bir iletişim ağı kurmayı denesek hiç fena olmaz belki. 

Britanyalıların “sinirden titriyor” olarak algıladıkları şey aslında sağ popülizme karşı küresel dayanışma çağrısında bulunurken ses tonumdan yayılan yakarış ve küresel iletişimin oluşturulması için beslediğim ve sergilemekten çekinmediğim heves. Sağ popülizmin bir ülkede değil, yalnızca tüm dünya insanlarının omuz vermesiyle yenilgiye uğratabileceğini öğrendim çünkü. Aksi taktirde çıldırmak işten bile değil. Ve geldiğim ülkede çıldırmak demek gerçekten çıldırmak demek. 

Ece Temelkuran

Çeviri: Çağatay Yavuz