Thursday 18 June 2020

Hayatının golü


Spor tarihinin sayfalarını çevirdikçe 73 yılındaki kanlı darbeyle Şili yönetimini ele geçiren diktatör Pinochet’yi protesto etmek için Santiago’daki maça gelmeyi reddeden SSCB milli futbolcularından Conrinthians takımında ter dökerken futbolun bahşettiği ünü ülkedeki askeri diktatörlüğe meydan okumak için kullanan Brezilyalı efsane orta saha Doktor Socrates’e, 68 olimpiyatlarında 200 metre koşusunda 1’inci ve 3’üncü olan Tommie Smith, John Carlos ikilisine eldivenlerini verip ırkçılık karşıtı protestolarına katılan Avustralyalı atlet Peter Norman’dan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam edilmelerine karşı imza toplayan Metin Oktay’a, Vietnam savaşına gitmeyi reddedince şampiyonluk kemeri elinden alınan Muhammed Ali’den ülkesindeki çatışmaları dindirmek için barış konuşmalarına aracılık eden Didier Drogba’ya, ilham verici hikayeleriyle satır aralarından gülümseyerek içimizi ısıtan onlarca hatta yüzlerce isimle karşılaşıyoruz.

Bu parıltılı isimlere geçtiğimiz Pazar gecesi Manchester United’ın ve İngiltere milli takımının 22 yaşındaki siyahi forveti Marcus Rashford da katıldı. 

Son bir haftada köle taciri heykellerinin birer birer yıkılışına yüzyıllardır uyguladığı sömürgeciliğin günahını çıkarıyormuşçasına göz yuman Birleşik Krallık hükümeti yoksul ailelerin okula giden çocukları için uyguladığı haftalık 15 sterlinlik (130 TL) yemek kuponu programını okulların tatil olmasını gerekçe göstererek askıya alınca Marcus, aşağıdaki meydan okuyan dizeleri kaleme alıp parlamentoya gönderdi. Mektubun parlamentoya ulaşmamasından, ulaşsa bile yankı uyandırmamasından korkan Marcus işi sağlama almak için mektubun tam metnini aynı anda resmi twitter hesabından yayınladı.  
         

Parlamento üyelerine,

Normal koşullar altında olsaydık EURO 2020’nin başlayacağı bu haftada, “ilk milli maçında gol atan en genç oyuncu” unvanını kazanmış olarak Sunderland’daki Stadium of Light’ın ortasında durup o büyülü dakikaların tadını çıkardığım 27 Mayıs 2016’ya dönmek istedim. Bayraklarını sallayan, formalarındaki üç aslanı yumruklarının içine alıp dalgalandıran coşkulu kalabalıkları uzunca bir süre seyretmiş ve yalnızca kendi adıma değil, İngiltere milli takımı için oynama rüyamı gerçekleştirip bu ana ulaşmama yardımcı olan herkes adına ezici bir gurur yaşamıştım.

Bilmelisiniz ki; içinde büyüdüğüm topluluğun nezaketi ve cömertliği olmasaydı, ben Marcus Rashford, tutkunu olduğum oyunu oynayarak kariyer yapacak kadar şanslı 22 yaşında siyahî bir genç olarak bugün karşınızda bulunamazdım.
Buraya varış hikayem İngiltere’deki bir çok aile için fazlasıyla bilindik bir hikaye. Annem akşamları masanın üstüne sıcak bir tas yemek koyacağından emin olmak için asgari maaşla tam zamanlı çalışıp yine de yetiremeyen kadınlardandı. Sistem, annemin ne kadar çabaladığı gözetilmeksizin, bizim gibi ailelerin başarılı olup rahat bir hayat sürmeleri için inşa edilmemişti.

Aile olarak kahvaltı kulüplerine, ücretsiz okul yemeklerine, komşularımızın ve antrenörlerimizin şefkatine güvenmek zorundaydık. Yemek bankaları ve aşevleri hiç yabancı değildi; her yıl Noel yemeği yardımı almak için Northern Moor’a gidişimizi hatırlıyorum. Her şey dün gibi hala. Annemin beni 11 yaşında yurda yollayarak yaptığı fedakarlığın yüceliğini henüz anlamaya başlıyorum – hiçbir annenin yüreğinin bir parçasını yitirmeden alabileceği bir karar değil bu.

Çocukların ve ebeveynlerin yine bayrak salladığı, sokakların, stadyumların tekrardan gurur ve coşkuyla dolup taştığı bir yaz geçiriyor olmalıydık bu günlerde, ama işin gerçeği Wembley Stadını kapasitesinin iki katından fazla -aileleri yemek bulmakta zorlandığı için öğün atlamak zorunda kalan- çocukla doldurabilecek durumdayız. (Food Foundation’a göre 200.000 çocuk)
Merak ediyorum da, mideleri guruldayan bu 200.000 çocuk bir gün üzerlerine İngiltere forması geçirip tribünde ulusal marşı söyleyecek kadar ülkeleriyle gurur duyabilecekler mi. On yıl önce olsaydı o çocuklardan biri de ben olurdum ve sizler ne sesimi duyar ne de çözümün bir parçası olmadaki kararlılığımın farkına varırdınız.

Çoğunuzun bildiği üzere sokağa çıkma kısıtlamaları ile birlikte okullar geçici olarak kapatılır kapatılmaz ücretsiz yemek açığını karşılamak amacıyla bir yardım kuruluşu olan FareShare ile işbirliği yapmaya başladım. Kampanyamız Birleşik Krallığın dört bir köşesindeki savunmasızlar ordusuna haftada 3 milyon yemek paketi dağıtıyor olsa da bunun yeterli olmadığının farkındayım. 

Söylediklerimin siyasi hiçbir yanı yok. İnsanlıktan, insanlık onurundan ya da en basitinden aynaya bakarken -o veya bu sebepten ötürü kendini koruyamayan insanları korumak için yeteri kadar- savaşmış olmanın vicdani hafifliğini duyumsamaktan bahsediyorum. Siyasi ajandaları ve çekişmeleri bir kenara itip hiçbir çocuğun gece yatağına boş mideyle gitmemesi gerektiği konusunda uzlaşamaz mıyız? 

Gidişatın yönünü acilen değiştirmezsek İngiltere’deki açlık/yiyecek yoksulluğu –adına ne derseniz deyin- nesilden nesle aktarılan bir salgın haline gelecek. İngiltere’deki 1.3 milyon çocuk ücretsiz beslenme desteği alırken bu sayının çeyreği kadarı okulların kapatılması emri verildiği günden beri hiçbir destek görmedi. Yükün büyük bir kısmı hatta belki de tamamı Covid-19 yüzünden işlerinin buharlaştığına şahit olan ve çocuklarının -normalde almaları gereken besinin çok daha azıyla öğrenim için gerekli asgari odaklanma gücüne sahip olduklarını umarak- öğretmenlik işine soyunan ebeveynlerin sırtına bindi.

Sistem hata veriyor bayanlar baylar. Ve eğitim olmadan, bu yoksulluk dögüsünü devir daim etmesi konusunda cesaretlendiriyoruz. 

Pandeminin acı etkilerine daha geniş bir çerçeveden bakmak gerekirse, 2018-2019 yılları arasında Birleşik Krallıktaki herhangi bir okulun herhangi bir sınıfında 30 çocuktan 9’u yoksulluk sınırı altında yaşıyordu. Bu sayıya 2022 yılına kadar 1 milyon çocuğun daha eklenmesi bekleniyor. Bugün İngiltere’de Siyah ve azınlıktaki diğer etnik gruplardan olan çocukların %45’i yoksullukla boğuşuyor. 2020 İngilteresi böyle…

Yoksullukla boğuşan bu insanlardan binlerce hikaye dinleme şansım oldu. Beklenmedik bir biçimde işlerini kaybettikleri için ailelerini geçindirme kaygısıyla hastalanan, uyku zorluğu çeken, depresyona giren babaları, okula zimmetli banka kartı limite dayandığı için zor durumdaki ailelere gıda desteği paketlerini kendi cebinden karşılayan okul müdürlerini, eve kapanma döneminde zamlanan elektrik ve yiyecek faturalarını göğüsleyemeyen anneleri, çocukları için kendi öğünlerinden fedakarlık eden ebeveynleri dinledim. 2020 yılında ne ebeveynler ne de çocuklar aç kalmalı. Çocuklarının geleceğini düşünmeyi çocuklarını yatağa tok göndermenin yanında lüks sayan bu endişeli insanların yakarışlarını duymanız için sizlere yalvarıyorum.

Geçen birkaç haftada “bakamayacakları çocuklar” doğurdukları için suçu anne babalara atan yaralayıcı tweetler okudum. Aynı şey annem için de söylenebilirdi. Oysa gelin görün ki sevgi ile ilginin hiçbir zaman eksik olmadığı bir ortamda büyüdüm.  Bugün karşınızda oturan adam anne sevgisinin bir ürünü. Çocuklarının mutluluğu için her şeyini feda edebilecek bekar bir ebeveynin çocuklarına verdiği sevginin zerresini tadamayan orta sınıf aile üyesi bir çok arkadaşım var. Bahsettiğimiz ebeveynler bunlar işte: normalde günün her saati asgari ücret için terleyen ve salgının felce uğrattığı hizmet sektörünün makul zayiatı kabul edilen ebeveynler! 

Pandemi sürecinde insanlar bıçak sırtında yaşıyorlar. Atlanan tek bir fatura ödemesinin bile çocuklarını sosyal hizmetlerin himayesine sürükleyenin yoksulluk olduğunu ve sistemin düşük gelirli aileleri hüsrana uğratması için tasarlandığını bilen insanların üzerindeki endişeyi katlayarak artıran sarmal bir etkisi oluyor. Koca bir adamın “Dayanamıyorum” ya da “Artık aileme bakamıyorum” demesi için ne kadar cesarete ihtiyacı olduğunu biliyor musunuz? Anneler, babalar, ülkenin dört bir yanından yardım çağrılarında bulunuyorlar. Ve onları dinlemiyoruz.

Bir de geçen hafta bir parlamento üyesinden “sosyal yardım sistemimiz bunun için var” içerikli bir savunma mesajı aldım. Evrensel Kredi programından ve programa başvuran ailelerin büyük bir çoğunluğunun 5 haftalık gecikmeyle karşılaştığından bir hayli haberdar olduğumdan emin olabilirsiniz. Evrensel Kredi programı kısa vadeli bir çözüm değil. Ve öğrendiğim kadarıyla aile başına iki çocuk sınırı getirilmiş, yani bu, annem gibi 5 çocuk sahibi bir ebeveynin sadece iki çocuğun masrafını karşılayabileceği anlamına geliyor. 

Nisan 2020 itibariyle 2.1 milyon insan işsizlik maaşı başvurusunda bulunmuş. İşsizlik fonuna yapılan bu başvuruların Mart 2020’den beri artışı 850.000. Zorunlu ücretli izin programı sona erip kitlesel işsizlik dönemi başladığında çocuk yoksulluğu sorunu daha da içinden çıkılmaz bir hale gelecek.

Annem gibi ebeveynler yaz tatilleri boyunca güvenli bir alan ya da en azından bir öğün yemek sağlayabilecek kreşlere, çocuk kulüplerine emanet ederlerdi çocuklarını. Bugün anne babaların böyle bir seçeneği yok. İşsizlikle yüzleştiklerinde Pazartesi sabahı ilk iş olarak ailelerini geçindirebilecekleri bir iş bulma umuduyla iş bulma kurumunda alıyorlar soluğu. Bugün anne babaların bulabilecekleri bir iş yok.

Manchester, Wythenshawe’lu düşük gelirli bir aileden gelen siyah bir adam olarak devletin ve toplum bilimcilerin gözünde bir istatistik olarak kalabilirdim. Bugün adım gollerim, paslarım ve ilk on birde sahaya çıkışlarım sayesinde istatistik kelimesiyle aynı cümle içinde kullanılıyorsa, bunu annemin, ailemin, komşularımın ve hocalarımın karşılıksız desteklerine borçluyum. Bugün geldiğim konumu sesi duyulmayan insanların imdat çığlığı olup yardımlarınızı talep etmek için kullanmasaydım aileme, beni yetiştiren iyi yürekli insanlara ve en önemlisi de kendime ihanet etmiş olurdum. 

Hükümet ekonomi konusunda bugüne kadar “ne gerekiyorsa o” yaklaşımı sergiledi  -  Şimdi sizlerden aynı yaklaşımı İngiltere’nin savunmasız ve düşkün çocuklarını korumak için sergilemenizi istiyorum. Sefaletin öğütmek üzere olduğu bu insanların yakarışlarını duymanız ve içinizde, derinlerde bir yerlerde uyuyan insanlığınızı uyandırmanız için yalvarıyorum. Yaz tatili süresince yemek kuponu programını askıya alma kararınızı lütfen gözden geçirin ve uzatılmasını garanti edin.

2020 İngiltere’sinde bu konu acil önem arz ediyor. Ulusun gözleri üzerinizdeyken lütfen U-DÖNÜŞÜ yapın ve en kırılgan hayatları korumak önceliğimiz olsun.

Saygılarımla,

Marcus Rashford 


Mektup sosyal medyada büyük ses getirdi, saatler içinde sade vatandaşın, ünlülerin, her kamptan siyasetçinin ve maç günleri birbirlerinin boğazını sıkmaya hazır tüm Premier Lig taraftarlarının desteğini arkasına alan Marcus tarih sayfalarında sadece golleriyle anılmak istemediğini yinelercesine, Downing Street’ten gelecek olası bir U-dönüşü kararını beklemeden The Times için aşağıdaki yazıyı kaleme aldı. Marcus Rashford artık sadece bir futbolcu değildi.                    
   

Kariyeriniz bazen sizi hiç beklenmedik yerlere götürebiliyor. On yıl önce biri bana günün birinde The Times için makale yazacağımı söyleseydi çok gülerdim, ama işte buradayım, Pazartesi akşamı bu yazıyı yazıyor ve yazının açılışını gün boyunca aklımı kurcalayan bir soruyla yapıyorum: Yeterince mücadele ettim mi?

Parlamentoya yolladığım açık mektubun dinleyen kulaklara düşmemesinden endişelenerek Pazar gecesi neredeyse hiç uyuyamadım. Endişemin sergilediğim duruşla bir alakası yoktu (duruşum konusunda asla şüphem olmadı) ama olası bir U-DÖNÜŞÜN kendi ailem gibi nadiren sesinin duyurabilen düşük gelirli aileler üzerinde yaratacağı etkinin, bir nebze de olsa rahatlama hissiyle insanın içine dolan neşenin hayali ile kıvranıyordum sanırım. İnsanlar sıklıkla geçen sene Şampiyonlar Liginde PSG’yi elediğimiz maçta son penaltıyı atarken neler hissettiğimi soruyorlar. Cevabım ise her zaman aynı oluyor: Turnuvayı kazandık mı? 

Son 24 saattir parlamenterlerden ve sade vatandaşlardan aldığım destek mesajlarıyla mahcup olurken sonraki turda Barcelona’ya elenişimizle yaşadığım hissin bir benzerini de yaşamadan edemiyorum: Şampiyonlar Ligi kupasını kaldıramayacaksak neyi başarmış olduk ki?

Bugün futbol kariyerimin bana bahşedebileceği en büyük kupadan bile daha büyük bir kupaya diktim gözlerimi. Ve her zamankinden daha azimliyim. Ücretsiz yemek kuponu programının yaz ayları süresince askıya alınması kararıyla ilgili kabinenin yaptığı U-DÖNÜŞÜNÜN bizlere tur atlattığının ama ülkece kupayı kaldırıp nihai mutluluğa ulaşmamız için önümüzde daha çok uzun bir yol olduğunun farkındayım. Söz konusu kupa çocuk yoksulluğunun kökünü tamamen kazımaktan başka bir şey değil tabi ki.

Değerli parlamenterlerimizden daha iyi bir eğitime sahip olduğumu iddia etmem mümkün değil elbette, ama toplumsal bir eğitimim olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yaşadığım çevrenin zaaflarını, kırılganlıklarını, öfkelerini ve hüsranlarını bildiğim gibi mutluluklarını, hayallerini ve zevklerini de iyi biliyorum. U-DÖNÜŞÜ kararının Birleşik Krallığın dört bir köşesine dağılmış 1.3 milyon kırılgan çocuk için nasıl bir fark yaratacağı konusunda epey bir fikrim var mesela çünkü on yıl önce ben de onlardan biriydim. 

Açlığın nasıl bir his olduğunu biliyorum. Arkadaşlarımın sırf anne babaları aç olmadığımdan emin olsun diye beni akşam yemeklerine davet ettiklerinin her zaman farkındaydım. Beni böyle bir topluluk yetiştirdi işte, bugün karşınızda durup desteğinizi isteyen Marcus Rashford böyle insanların arasında yetişip bir İngiltere milli futbolcusu oldu. Çocukken ne zaman otobüsle Manchester şehir merkezinden geçip sokak köşelerindeki evsizliğe tanıklık etsem günün birinde bu “talihsiz” insanlara yardım edebileceğim bir konuma gelmek için yemin ederdim. 

Sesimi duyurmama izin veren kırılgan bir platforma sahip olduğumun ve kırılgan insanların hikayelerini dinlemenizi istediğimin farkındayım. İnsanlar acı çekiyor ve onların ağlamalarına kulak tıkıyoruz. Ücretsiz yemek kuponu başvurusunda bulunan –kayıp nesil diyebileceğimiz- 1.3 milyon çocuk ve karantina döneminde bu ürpertici rakamın çeyreği kadar hiç yardım alamamış çocuk var.

Sabah süt şişesine uzanmak için buzdolabına yürüdüğünüzde duraksayın ve boş raflara ve masumane bir “neden” sorusuna uyanan en az 200.000 çocuğun ebeveynini düşünün. Bugün herhangi bir sınıftaki 30 çocuktan 9’u neden diye soruyor. Neden onların hayatının bir önemi yok? Bu 2020 yılında İngiltere’nin yıkıcı gerçeği. 

Eğer düşünce yapımızı kökten değiştirmezsek gelecek nesillerin üzerine kabus gibi çökecek salgın bir hastalık bu. Kaçınılmazı irdelemeli, kaçınılmazdan korkmalı ve yüz yüze olduğumuz Covid-19 ve çocuk yoksulluğu salgınlarının uzun vadede çocukların ve anne babaların üzerinde onları hayal kırıklığına uğratan topluma uyum sağlama açısından ruhsal sağlık tehlikesi oluşturduğunun farkına varmalıyız.

Annemin bir sonraki faturayı ödeyememe endişesiyle veya günün her saati çalışırken gözlerini üzerimden bir an kaçırırsa yanlış kişilerle arkadaşlık edip başımı belaya sokarım korkusuyla günlerdir uyumadığı olurdu. Yedi sekiz yaşlarımdayken bile içine girdiği kaygı cenderesinin farkındaydım, ama aynı zamanda elinden gelenin en iyisini yaptığının da farkındaydım. Daha önce söylemiştim, bir kez daha vurgulamakta zarar görmüyorum: Sistem ne kadar sıkı çalışırsak çalışalım bizim gibi ailelerin başarısız olması için tasarlanmıştı.

Son 24 saattir “olağan olarak” lafının sıklıkla kullanıldığına şahit oldum. Sanırım hepimiz bu zorlu zamanların “olağan”ın uzağından bile geçmediği konusunda görüş birliğine varabiliriz. Kırılgan çocuklarımızı korumak için atacağımız adımlar “olağan” hariç her şey olmak zorunda.

Biz futbolcular iş milli formayı sırtımıza geçirip profesyonel futbol kariyerlerimizdeki türlü rekabeti, tatlı tatsız çekişmeyi bir kenara bırakıp birlik olmaya geldiğinde İngiltere olabiliyorsak, meclis üyelerini de siyasi rekabetlerini bir kenara itip ülke genelinde nesiller boyu etkisi sürecek hayati bir konu hakkında omuz omuza dayanışmaya davet ediyorum. Yoksulluk döngüsünü paramparça etmemize yardımcı olun.

Lütfen doğru olanı yapın ve ücretsiz yemek kuponu programını okulların kapalı olduğu yaz ayları boyunca devam ettirin. Zor durumda olan ailelerimizin endişe listesinin ilk sayfasını yırtıp atın.

Marcus Rashford


Salı günü Marcus’un The Times için yazdığı dizeleri okuduğum dakikalarda başbakan Boris Johnson televizyondan Rashford’a toplum vicdanının sesi olduğu ve kararlarını gözden geçirmelerine fırsat tanıdığı için şükranlarını sunuyordu. 

Sonunda Büyük Britanya hükümeti U-dönüşü kararını açıkladı. #BlackLivesMatter sloganına karşı gizli ırkçı eğilimlerinin dışavurumu olarak #AllLivesMatter sloganını türeten kitlelerin, heykel tapıcıların ve sağcı popülist hükümetin kalesine son dakika golü atan Marcus Rashford, sadece siyahi çocuklarla değil, dini, ırkı ne olursa olsun ortak yazgıları yoksulluk olan -toplumun her kesiminden- milyonlarca çocuk ve ebeveynle kol kola tur atladı.        

Çağatay Yavuz

Friday 5 June 2020

Ülkeni nasıl kaybetmezsin

Ülkeni nasıl kaybetmezsin

Britanyalılara özgü küçümseyici/iğneleyici iltifat etme sanatı benim gibi acemiler için hep bir muamma olmuştur. Oxford’da davetliyken “ilginç” kelimesinin çoğunlukla “saçma” ya da “tutkulu” anlamında kullanıldığını öğrenmiştim - ki çılgın ya da düpedüz “deli” anlamında da kullanıldığı için Britanya’da alabileceğiniz en berbat iltifatlardan biridir. Ama son kitabım “How to Lose A Country” (Ülkeni nasıl kaybedersin: Yedi adımda demokrasiden diktatörlüğe) hakkında yayınlanan bir eleştiri yazısı sayesinde yeni bir iltifata şahit oldum; “sinirden titriyor”. Bunun pek de iyi niyetle edilmiş bir iltifat olmadığından eminim, özellikle de Britanya’nın Brexit karmaşasına öfkeden köpürmesi için iki koca yıl geçmesi gerektiğini göz önünde bulunduracak olursak. Oysa benim geldiğim yerde kızgın demek kızgın demek ve tüm gezegen Türkiye’deki meşhur rejimi iyi bildiği için çokları öfkemin haklı bir sebebe dayandığı konusunda görüş birliğine varıyor. Sanırım sorunun bir kısmı da bu zaten; geldiğim yer. Küresel siyasi delilik hakkında bir kitap yazmış olmama rağmen çokları hala bunun kendi ülkelerinden ziyade Türkiye ile ilgili kaleme alınmış olduğuna inanıyor. Türkiye’nin başına gelenlerin güya uygar insanların yaşadığı Avrupa’nın ya da Birleşik Devletler’in başına gelmeyeceğini varsayıyorlar. 

“Ama Türkiye Müslüman bir ülke!”
Avrupa kentlerine düzenlediğim kitap tanıtım ziyaretleri sırasında her ne zaman “ülkemin başına gelenler burada da yaşanmaya başladı” desem içlerinden en iyisinin “Sağ popülizm bize uğramaz çünkü biz Müslüman değiliz” savunması olduğu müthiş yaratıcı inkar ve ayakta uyuma yöntemlerine şahit oldum. Hıristiyanlığın yaklaşan tehlikeye karşı kendilerini koruyacağını sanan arkadaşlara bol şanslar diliyorum. Sağ popülizmin siyasi salgınından olgunlaşmış demokrasileri ya da devlet kurumlarının dayanıklılığı sayesinde yırtacaklarına inanmak isteyenlere de bol şanslar.

Almanya’da, Belçika’da, Avusturya’da ve Fransa’daki insanların kendilerine özgü ulusal mizaçla ama farklı dillerde hep aynı şeyi savunduklarını gördüm, “Hayır, burada aynı şeyler olmaz.” Erdoğan on yedi yıl önce iktidara geldiğinde bizim söylemimiz de aynıydı. O deli saçması şeyler sadece Arap ülkelerinde olur diyorduk. (Ta ki kumaş epriyip iş görmez hale gelene dek her ulusun üstünlük yanılsaması yaratıp memnun ve güvende hissedebilmek için kullandığı kendine özgü bir kumaşı vardır.) Bizler neden ülkemizde böyle bir şeyin yaşanamayacağı sorusunu, tıpkı sizlerin/onların/herkesin şu an cevapladığı gibi cevapladık o zamanlar; devlet kurumları demokrasiyi korur, yargı işini yapar, muhalefet partileri tepki verir, insanlar direniş gösterirdi. Tıpkı Amerikalıların seçim sonrası yaptığı gibi liderimizin henüz acemi olduğunu düşünüp kendisine daha fazla zaman tanımamız gerektiğini dillendirdik. Britanyalılar gibi, kaygılarımızı yatıştırmak için elimize geçen her fırsatta işi mizaha vurduk. Ağzından dökülen her saçmalığa tepki verirlerse popülist liderlerini er ya da geç tükenmişliğe iteceklerine inanan Hollandalılardan farkımız yoktu. Belçikalılara benzer bir şekilde yargının ne yapıp edip siyasi deliliği dizginleyeceğinden emindik. İnsanların popülist liderin ahlaksızca sergilediği yabancı düşmanı ve ırkçı hareketlerinden usanıp sonunda ondan nefret edeceklerini umduk Avusturyalılar gibi. Merkezi dengeyi sağlaması için yeteri kadar çalışkan bir lider bulabilirsek, tıpkı Fransızlar gibi, işlerin yolunda gideceğine inandık. Bugün geldiğimiz noktada bütün o taktiksel hamlelerin nasıl sonuçlar doğurduğunu hepimiz iyi biliyoruz. Sağ popülizmin ve baskıcı rejimin şeytani insanların sokaklara inerek iyi insanları kıyıma uğrattığı bir gecelik ani bir baskınla ulusun üzerine çökmediğini defalarca vurguladım bu yüzden. Toplumun kılcal damarlarına alenen ve hiç aceleci davranmadan sızdığını, sosyal ve siyasi yaşam üzerindeki egemenliğini kurmak için dirsek darbeleriyle kendine açtığı yolu yürürken her adımında deliliği ve vasatlığı gitgide normalleştirdiğini ve baskı rejimine işaret eden her adımın geçiştirilmeden irdelenmesi gerektiğini beyinlere mıhlamaya çalışıyor olmamın nedeni de bu. Ancak çağrısında bulunduğum siyasi teyakkuz (uyanık olma) hali küreselleşmediği sürece önemini yitiriyor çünkü boğuştuğumuz şey küresel çapta birbirine göbekten bağlı bir canavarlar ordusundan başka bir şey değil.

Sağcı popülist liderlerin küresel bir işbirliği içinde olmadığını ve her ülkenin kendine özgü sorunla baş başa kaldığını varsaymak epey naif olurdu. Sağ popülizmin siyasi figüranlarına kral tacı giydiren Steve Bannon’ın eski kıtanın popülistlerini desteklemek için beraberinde götürdüğü Amerikan dolarlarıyla Avrupa’nın müdavimi olduğunu biliyoruz. İtalyan popülist lider Avrupa Parlamentosu seçimlerinde cephe açmak için diğer sağcı liderlere çağrıda bulunuyor. Sağcı popülist liderler birbirlerine “halkın gerçek lideri” diye hitap edip saygılarını sunabilecekleri hiçbir fırsatı boşa harcamıyor. Bugün Kanada’da berbat bir şaka olarak alay konusu olan Michael Bernier bu delilik çemberine düşünülenden çok daha yakın. Benim sorum ise şu; tüm bunlar olurken temel ahlaki değerler konusunda kaygı duyan ve eleştirel düşünce yetisine sahip bizler, dünya vatandaşları, neden bir dayanışma inşa etmiyoruz. Reflekssel olarak “ama hepimiz farklıyız” tepkisi vermeden önce küresel çapta birbirimize sesimizi duyurabildiğimiz, fikir alışverişi yapabildiğimiz çok yönlü bir iletişim ağı kurmayı denesek hiç fena olmaz belki. 

Britanyalıların “sinirden titriyor” olarak algıladıkları şey aslında sağ popülizme karşı küresel dayanışma çağrısında bulunurken ses tonumdan yayılan yakarış ve küresel iletişimin oluşturulması için beslediğim ve sergilemekten çekinmediğim heves. Sağ popülizmin bir ülkede değil, yalnızca tüm dünya insanlarının omuz vermesiyle yenilgiye uğratabileceğini öğrendim çünkü. Aksi taktirde çıldırmak işten bile değil. Ve geldiğim ülkede çıldırmak demek gerçekten çıldırmak demek. 

Ece Temelkuran

Çeviri: Çağatay Yavuz         


Tuesday 26 May 2020

Papa Hem

Ernest Hemingway’in erken gazetecilik döneminden 3 ilginç makale

Hemingway edebiyat devine dönüştüğü kariyerinin henüz başlarında bir muhabir çırağıydı.  18 yaşında liseden mezun olduğunda Kansas City’ye taşınıp Kansas City Star gazetesinde - kendine özgü, darbeli ve staccato (kesik kesik) biçemini şekillendireceği - altı aylık bir staja başladı. 

Erken dönem metinlerinin bazıları günümüzün istatistiklere boğulmuş, ruhsuz habercilik örneklerine benzeyen aceleye getirilmiş, ham yazılardı. Ancak gün geçtikçe daha olgun ve edebi bir dil geliştirmeye başladı. İşte Hemingway’i sonunda bir efsaneye dönüştüren serüvenin ilk yıllarına ışık tutacak metinlerden bazıları.
 
“Hasta yetiştirme telaşının ertesi” (20 Ocak, 1918)

Hemingway kendisini bir hikaye yakalamaya öyle koşullamıştı ki hırsından ambulansların peşinden koştuğu bile söylenir. Star’da işbaşı yapmasından üç ay sonra verdiği uzun uğraşlar sonucu bir hastanenin gece vardiyası hakkında makale yazma iznini koparabildi. Bu makalede editörlerin ondan talep ettiği katı habercilik tonunu terk edip yazıya kısa bir hikaye yazıyormuş gibi giriş yaptı.

Gece vardiyasının telaşlı ambulans görevlileri sedyenin üzerine koydukları atıl yükle General Hospital’ın uzun, karanlık koridorlarında ilerlediler. Hasta kabul servisine varıp sedyedeki bilinçsiz adamı ameliyat masasına yatırdılar. Adam lime lime edilmişti, hırpaniydi ve elleri nasırlıydı. Kent pazarının yakınlarında patlak veren bir sokak kavgasının kurbanı. Kim olduğunu kimse bilmiyordu, Nebraska’nın küçük bir kasabasındaki bir ev için George Anderson adına ödenmiş 10$’lık kredi dekontu sayesinde teşhis edilebildi.

Cerrah adamın şişen göz kapaklarını neşterle açtı. Sonra masa başındaki görevlilerden birine dönüp “Kafatasının sol tarafında bir çatlak var” dedi. “Pekala George, senin şu evin kredi ödemelerini aksatmayacaksın. Merak etme.”

George bir şeylere uzanıyormuşçasına elini kaldırdı yalnızca. Görevliler masanın kenarından aşağı yuvarlanmasını engellemek için alelacele kollarına yapıştılar. Yorgun, nerdeyse boş vermiş bir edayla yüzünü kaşımayı başaran George elini tekrar yana indirdi. George Anderson dört saat sonra öldü.

Diğer muhabirler etten kemikten insanlara yalnızca kağıt üzerine yazabilecekleri isimler olarak yaklaşırken Hemingway onlardan karakterler yaratıyordu. “Ambulans” başlıklı haberinde hem olay örgüsü hem de destekleyici bir hikaye yaratabilmek için diyalog kullanmayı denedi. Dr. Andrew Wilson’a göre Hemingway incelikli, yürek sızlatan hicvini burada biledi. 

Bir gün yaşlı bir matbaacı kan zehirlenmesinden şişen eliyle geldi. Elini yaran metal baskı harflerden kurşun kapmış. Cerrah yaşlı adama sol başparmağını kesmek zorunda olduklarını söyledi. “Neden doktor? Şaka yapıyorsun değil mi? Neden? Bir denizaltının periskopunu koparmaktan daha beter bir şey olur bu. Başparmağım yerinde kalmalı. Eskinin hızlılarındanım ben.  Vakti zamanında, otomatik dizgi makineleri türemeden önce bir gün içinde altı dizgi tablası hazır ettiğim olurdu. Şimdi bile benim ustalığıma ihtiyaç var. En incelikli işlerden bazıları el işi oluyor.

Ve sen şimdi kalkmış o başparmağı benden alacağını söylüyorsun. Bir daha bir çubuğu bile doğru düzgün nasıl tutacağımı bilmek isterdim. Neden doktor, neden?”

Benzi solmuş, başı eğik bir vaziyette dışarı çıktı. Yaşlı adamın - gecenin karanlığında bir başına kaybolurken - içine düştüğü mücadeleyi savaşta sağ elini kaybederse intihar edeceğine yemin eden Fransız sanatçı anlayabilirdi. Gecenin ilerleyen saatlerinde geri geldi. Çok sarhoştu. “Gel bütün işleri sen yap o zaman, doktor. Gel de lanet işlerin hepsi senin üstüne yıkılsın” diyerek ağladı.

"Tankçı olan altı adam" (17 Nisan, 1918)

Savaş tüm hızıyla devam edip Atlantik’in bu yakasındaki suları bulandırmaya başladığı sıralarda Hemingway’den Gettysburg’daki ulusal tank tatbikat kampını kapak hikayesi yapması istendi. O ise hücum sırasında bir tankın içinde olmanın nasıl bir şey olduğunu anlatan bir makaleyle döndü.

Makineli tüfekçiler, topçular ve makinistler insanı olduğu yere mıhlayan istasyonlarındaki yerlerini alıyorlar, komutan sürünerek koltuğuna oturuyor, motorlar takırdayarak çalışıyor ve dev çelik canavar madeni sesler çıkararak hantalca ilerlemeye başlıyor. Komutan tankın gözleri ve beyni. Ön taretin hemen altında çömelmiş ince bir yarıktan bakarak darmadağın olan çatışma sahasını gözlemliyor. Tankın kalbiyse, onu sadece zırhlı bir korunak olmaktan çıkarıp yaşayan, hareket eden bir savaşçıya dönüştüren makinist.

Tank taarruzunun en büyük olayı ise ardı arkası kesilmeyen gürültü. Almanlar çamurun içinde yuvarlanarak yaklaşan canavarı fark etmekte zorlanmıyorlar ve kurşun sağanağı başlıyor. Makineli tüfek mermileri tankta gedik açabilmek için zırhın üzerinde bir nehir akıntısı oluşturuyor. Ama tankın kamuflaj boyasını kazımaktan başka bir zararları olmuyor.

Tank öne doğru atılıyor, bir tümseğe tırmanıyor ve sonra buz üzerinde kayan bir sus samuru gibi usulca aşağı kayıyor. İçerde silahlar kükrüyor, makineli tüfekler bir daktilonun düzenli tıkırtılarını yayıyor. Gaz dumanına karışan yanık yağ ve barut kokusunun üstüne temiz hava soluma arzusu da ağır basınca tankın içindeki hava çekilmez bir hal alıyor.

Zırha çarpan mermilerin sürekli sesi yağmur damlalarının teneke çatıdaki tıkırtılarını andırıyor. Ekip işinin başında, silahları ateşlemeye devam ediyor. Top mermileri tankın yakınında patlıyor ve sonunda tam isabet bir vuruş canavarı sarsıyor. Ama tank sadece bir anlığına tereddüt edip hantalca hareket etmeye devam ediyor. Dikenli teller çiğneniyor, siperler aşılıyor, makineli tüfek mevzileri bulamaç haline getiriliyor.

Sonra bir düdük sesi duyuluyor, tankın arka kapısı açılıyor ve içeri süzülen ışıkla beraber yüzleri baruttan ve yağdan simsiyah olduğu anlaşılan adamlar yanlarından süpürücü kuvvet olarak geçen kahverengi piyade seline tezahürat yapmak için daracık kapıdan dışarı üşüşüyorlar. Sonra doğru koğuşlara.

"Karışık savaş, sanat ve dans" (21 Nisan, 1918)

Bu Hemingway’in Kansas City Star için yazdığı son ve en sevdiği makale. Bu noktada gazeteciliğin tipik “kim, ne, nerede, ne zaman” sorularını tamamen terk etmiş olan Hemingway makalesine loş bir sahne ve karakterle giriş yaptı.

Dışarıda bir kadın sokak lambalarının aydınlattığı ıslak kaldırım boyunca karın ve sulu sepkenin içinden geçerek yürüdü.

Hikayenin aslında güzel sanatlar enstitüsünden bayanların katıldığı askeri dans gecesi hakkında olması bekleniyordu. Oysa Hemingway sözdizimini içeride gülüp oynaşan çiftlerlin mutluluğuyla sokakta tek başına yürüyen kadının soğuk yalnızlığını kıyaslamak için kullandı. Yazısında açıkça belirtmese de kadın bir hayat kadınıydı. Hemingway’in bu yazıda yıllar sonra meşhur olacak “buzdağı kuramını” sinsice sınadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Funston’dan üç adam Kansas City’li sanatçıların ortak resim sergisini inceleyerek duvar boyunca kol kola yürüdü. Piyanist parçasını bitirdi. Dansçılar alkışlayıp tezahürat yapınca bu kez “The long, long trail awinding” i çalmaya başladı. Kırmızılı çevik bir kızla dans eden piyade onbaşı dudaklarını kızın kulağına yanaştırarak Kansas, Chautauqua’dan genç bir hanımla ilgili sırrını paylaştı. Bir kız grubu koridorda sarı kafalı genç bir topçunun etrafında toplandı ve asker parolayı unutan albaya zor anlar yaşatan arkadaşının taklidi yapınca grup onu alkışladı. Müzik yine durdu ve ağırbaşlı piyanist iskemlesinden kalkarak içki molası için hole çıktı.

Hevesli bir erkek kalabalığı bir sonraki dansın sözünü almak için kırmızılı kızın başına üşüştü. Dışarıdaki kadın sokak lambalarının aydınlattığı ıslak kaldırımda yürümeye devam ediyordu.

Scott Donaldson Cambridge Companion to Hemingway kitabında, bu metnin başında, ortasında ve sonunda hayat kadınına yönelik yapılan göndermelerin gazetecilik de bile Hemingway’in kurgusal örgü tekniğini kullanmayı öğrendiğinin bir kanıtı olduğunu söylüyor. Makaleyi toparlayış biçimiyle daha sonra romanlarında da yinelenecek olan gelenekselcilikten kaçınma eğilimini, salt gerçeklere bağlı kalmayarak insanın kendine özgü doğasıyla daha fazla şeyi açığa vurabileceği bir yöntem yakalama çabasını ve olay örgüsünün önemini içsel kıyaslama yerine dışsal kıyaslamayla vurgulayışını rahatlıkla gözlemliyoruz.

Piyanist iskemlesine döner dönmez amansız bir dans partneri kapma yarışı başladı. Tekrar ara verildiğinde askerler kızların dedikodusunu yapmak için meyve kokteyliyle dolu kovanın başında toplanıp kadeh tokuşturdular. Etrafı zeytin yeşili üniformalılarla sarılı kırmızılı kız piyanonun başına oturdu, kızlı erkekli guruplar piyanonun etrafında toplandı ve hep beraber gece yarısına kadar ahenk içinde şarkılar söylediler. Gecenin sonunda asansör bozulmuştu. Neşeli kalabalık altıncı kattan aşağı merdivenlerden inip arabalara doluştu. Son araba gözden kaybolduğunda kadın sokak lambalarının aydınlattığı ıslak kaldırım boyunca karın ve sulu sepkenin içinden geçerek yürüdü. Sonra başını kaldırıp altıncı katın karanlık pencerelerine baktı.

Lucas Reilly

Çeviren: Çağatay Yavuz

İki kelam

Ernest Hemingway ‘in buzdağı kuramı, metinde yer almayan bilgi ve duygu yumağının buzdağının (hikayenin) temelini güçlendirdiğini, okuyucunun imgelemine, yorumlama yetisine ve zekasına başvurarak kendiliğinden ve özgürce bir alt metin oluşturacağına güvenilmesi gerektiğini savunduğu yazım tekniğiydi.  Bu kuramla Papa Hem, anlatmaya değer hikayeden yoksun yazarların sıklıkla başvurduğu temelsiz hikayeleri süslü cümlelerle okumaya değer edebi metinlere dönüştürme çabasının beyhudeliğine atıfta bulunuyordu şüphesiz. Edebiyatı basit bir hikaye anlatıcılığına indirgediğini düşünenler yok değildi. Ancak bana kalırsa Hemingway’in yaptığı ince detaylarla donatılmış bir çiçek resmi çizip okurlara çiçeğin yapraklarını ve resmin geri kalanını dilediklerince renklendirmelerini istemekten başka bir şey değildi. Öyle ki, “Balık” isimli tablosunu sergilediğinde “balık bunun neresinde?” diye soran gazeteciye “bu balık değil, resim” cevabı vermek zorunda kalan Picasso gibi anlatılmak istenen şeyi kötürüm hayal güçleriyle ıskalayan insanları kelimeleriyle pataklamak zorunda kalmadı hiçbir zaman. İşini yaptı, içinde birikenleri kağıda akıttı ve çekini aldı. Doğal ve duru güzelliğiyle öne çıkan bir kadının makyajla çirkinleşebileceği gibi hüzünlü bir hikayenin hüzünlü cümlelerle, sarsıcı bir hikayenin sert kelimelerle çekilmez hale geleceğini düşünmüş olmalı ki (bu düşüncesinde isabetliydi) dillere destan vurgulu staccato biçeminin bile anlattığı hikayenin önüne geçmesine asla izin vermedi. 

Yazarları başarılı kılanın ne olduğunu bilmiyorum, ama efsanevi yazarların başvurdukları anlatımlar kadar başvurmadıkları anlatımlar sayesinde efsaneleştiklerinden eminim. 

İki dünya savaşı, bir İspanyol salgını, bir büyük buhran, sayısız ölüm ve çokça sefalet görmüş, dünyanın gezmediği köşesi kalmamış muhabir kökenli bir yazarın anlatacak hikaye kıtlığı çekmesi beklenemezdi elbette. Ama bu noktada, kafasını sanatoryumdan zar zor çıkarabilmiş Kafka’ya, gün yüzü görmemiş Sade’ye, ana rahminde bile düş görebilen bebeklere ve başını pencereden uzatmadığı halde sokağın seslerini duyabilen herkese bir selam göndermem gerekiyor ki, bu da hikaye kıtlığı çeken yazarlara yaşamla sanatı ve sanatla yaşamı yaratma döngüsünde imgelemin önemini kavramalarına yardımcı olur veya en azından imgeleme sarılma konusunda cesaret verir diye ümit ediyorum. Bu yazdıklarımı vasat üstü bir okuyucu olarak yazdığım için hayli cüretkar ve hatta biraz acımasız davrandığımın farkındayım. Ama nihayetinde birilerinin acı gerçeklerden bahsetmesi gerekiyor. Acı gerçek ise Vonnegut’un kurak hayallerinin ve süslü cümlelerin esiri olmuş yazarlara atfen söylediği gibi; “Yetenek çok sık rastlanan bir şey. Kelimeleri arka arkaya sıralayıp şiirsel bir şeyler zırvalayabilen o kadar çok insan var ki. Kıt olan şey bir yazarın yürüdüğü yolu yürüme azmi.” 

Ernest Hemingway bu yolu ateş üzerinde yürüdü.

Çağatay Yavuz.      

          

 


Sunday 26 April 2020

Bir direniş eylemi: Delilik

Mika kendi ellerimle hazırlayıp dezenfekte edilmiş termosumdan doldurduğum cin toniği yudumlarken “Sakın o soruyu sorma, yoksa aklını yitirebilirsin” diye çıkıştı.

Şehir yönetimi geniş sokağa çıkma sınırlamaları dayatmamış olsa da, Mika, kendi sıkı tedbirlerini uygulamada, bir nevi kendi olağanüstü halini ilan etmede epey kararlıydı. Zagreb’deki koronavirüs vaka sayısı oldukça düşük olmasına rağmen, Mika’nın içini rahatlatmak adına önceden titizlikle dezenfekte ettiğim plastik saklama kaplarında atıştırmalıklar hazırlamam gerekti. Salgın baş gösterdiğinden beri fiyatı tavan yapan geleneksel Türk kolonyalarından da bir tane aldım. Her zamanki soğukkanlı ses tonuyla “Bunca zahmete girmene hiç gerek yoktu, tatlım” dedi “virüsten korktuğumdan değil, bu delilik çağıyla kendi yöntemimle başa çıkmaya çalışıyorum sadece. Geleceği düşünmeyi kes diye bu yüzden başının etini yiyorum. Geleceği düşünmek seni delirtebilir. Tecrübeyle konuşuyorum.”

Benimle aynı yaşta olan Mika Zagreb’de yaşayan çok az sayıda arkadaşımdan biri. Bosna Hersek’te büyümüş, savaş patlak verince 1992’de sığınmacı olarak Zagreb’e göç etmiş. Dibin en dibini, karanlığın en koyusunu görmüş her insanın yapacağı gibi koronavirüs saçmalığıyla savaşmak için genç kızlık halini ve yaşadığı acı deneyimleri gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçirdiğinden söz etti. “Kampta geçirdiğim o garip döneme katlanabilmek için bir aydan fazla kimseyle konuşmadım. Yaşamın ucubeleşen gerçekleriyle kendimi dış dünyaya kapatarak başa çıkıyorum. Evet, sanırım benim yöntemim de bu.” Cin toniğimin tadını zarif bir kaş çatışıyla överken, katı hapishane koşullarına dayanmak ve iradesinin dümenini kimselere kaptırmadığını hissetmek için sabah sayımı henüz yapılmadan herkesten önce kalkıp dimdik sıraya geçtiğini anlatan Rosa Luxemburg’u anımsadım birden. Bir an sonra aklıma Rus şair Brodsky ve onun hapishane anıları geldi. Mahkumlar her gün günün iki saatini odun kırma cezasıyla dolduruyorlarmış. Ve bir gün Brodsky odunların yanı sıra gardiyanların cezalandırma iştahını da kırana dek baltayı elinden bırakmamaya karar vermiş. Dur emrine kulak asmadan saatler boyu balta sallamış. Onun bu gözü dönmüş hali karşısında gardiyanlar öyle dehşete kapılmışlar ki çareyi Brodsky’i odun kırma işinden süresiz olarak muaf tutmakta bulmuşlar. Ama bu tür direniş eylemleri bir diktatörlüğe, görünür bir düşmana meydan okumak için girişilecek eylemlerken bizlerden “hiçbir şey yapmamamız” dışında hiçbir şey istemeyen görünmez bir düşmana nasıl meydan okuyabiliriz ki?

Koronavirüs dünya genelinde kendine ait, epey belirgin zihinsel bir egemenlik kurdu. Virüs dışında bir şey düşünmenin de konuşmanın da imkansız oluşu yetmiyormuş gibi hayallerimiz de küresel kriz tarafından rehin alındı. İşin hem neşeli hem hüzünlü yanı ise; orta Asya’nın düzlüklerinden Amerika’daki Rock dağlarına kadar her birimiz özlem duyduklarımıza sarılıp öpmenin hayaliyle uykuya dalıyor ve soğuk terler dökerek uyanıyoruz artık. Kekler, ekmekler pişiriyor, Zoom ya da Houseparty kullanıyor ve sosyal medyada komik videolar paylaşıyoruz. Ünlüler lüks villalarından ve yatlarından canlı yayın açıp “evde kalın” çağrılarında bulunuyorlar. Ve birçoklarının sosyal medya üzerinden havasını attığı o kitapları aslında çok azı okuyor.

Koronavirüs salgını şairane bir aptallık seviyesine ulaşabileceğimiz küresel bir döngü oluşturmuş gibi görünüyor. Böyle devam ederse, korkarım önümüzdeki yıl bu zamanlarda kusursuz aptallara dönüşeceğiz.

Geçtiğimiz hafta bir direniş eylemi olarak - insanoğlunun hayal kurmadaki ustalığına güvenle- tümden bir yadsıma içine girmeye, salgın yokmuş gibi davranıp günümü olağan akışında yaşamaya karar verdim. Öyle ki; dışarı çıkarken eldiven ve maske takmak yerine sıradan günlerdeki gibi ruj sürüp yüzüme cesur bir gülümseme kondurdum. Gelgelelim soluğunuzun ve adımlarınızın birbirine karışıp bir korku filminin giderek artan ve bitmek bilmeyen gerilim müziği gibi şehrin göbeğinde kulaklarınıza vurduğunu ve insanların maske takmadığınız için etrafınızda geniş bir hilal çizdiğini fark ettiğinizde, birden, en kararlı imgelemin bile koronavirüsün zihinsel egemenliği altında ezildiği gerçeğiyle uzlaşıyorsunuz.

Bu acı gerçekle itişip kakıştığım o büyülü dakikalarda yıllar önce tanıdığım bir kadın aklıma geldi. O da Bosnalıydı. Hırvatistan’ın sahil kasabası Split’te tanışmıştık. Birkaç kadeh Pelinkovac likörü devirdikten sonra savaş yıllarında 16. yaş gününü nasıl kutladığını anlatmıştı: “Kendime bir hediye vermeye karar verdim. Sanki savaş yokmuşçasına şehirde uzun bir yürüyüşe çıkacaktım. Şehir keskin nişancı kaynıyordu. Dışarıdaki az sayıda insan vurulmamayı umarak bir binadan diğerine koşuşturuyordu. Sıradan bir güne ihtiyacım vardı; korkunun ve saklanmanın olmadığı bir güne. Ben de uzunca bir yürüyüşe çıktım. O gün başıma bir bela almamış olmam gerçekten bir mucize. Sanırım Tanrı sahiden de zırdelileri bir şekilde koruması altına alıyor.”

Düşsel sıradan günüm yedi gün önceydi, yani şeytani koronavirüs nişancısının beni avlayıp avlamadığını anlamak için hala altı günüm var. Aynı gün, kimse üflemezse gelecek yıl göremeyiz endişesiyle bir tutam radikaya üfledim. Tanrının doğru karar verip beni korunacak şahsiyetler listesine yazdığını düşünmek istiyorum. Bunu düşünmek hoşuma gidiyor. Ama tanrıya inandığım için değil, zamanın saçmalığına karşı girişilen direniş eylemine; adil bir deliliğe inandığım için.

Ece Temelkuran

Çeviri: Çağatay Yavuz


         


Wednesday 8 April 2020

Arundhati Roy

Artık “viral oldu” ifadesini içi ürpermeden kim kullanabilir? Hangimiz herhangi bir nesneye, bir kapı koluna mesela, karton bir kutuya ya da bir sebze poşetine, üzerinde çıplak gözle görülemeyen, ne ölü ne de diri olan ve ciğerlerimize vantuzlarıyla yapışmak için can atan zerreciklerin cirit attığını hayal etmeden bakabilir? Bir yabancıyı öpmeyi, otobüse binmeyi ya da çocuğunu okula göndermeyi, gerçek bir korku tüneline dalmadan kim aklından geçirebilir? Yaşamın vazgeçilmezi olan sıradan zevkleri, bu zevklerin olası risklerini tartıp biçmeden eskisi gibi tatmaya devam edebilecek birileri var mı?
Virolog, epidemiyolojist, istatistik uzmanı ya da bir kahin olmayan kimse kaldı mı? Tam bu dakikalarda hangi bilim adamı ya da doktor gizliden gizliye bir mucize için dua etmiyordur? Hangi rahip/haham/imam bilime boyun eğmedi bu günlerde? Ve bu virüs hızla yayılıp etrafımızı korkunç bir kıyımla kuşatırken bile, kimin yüreği, koca şehirlerin beton binalarına çarpıp yankı bulan kuş sesleriyle, yaya geçitlerinde dans eden tavus kuşlarıyla ve gökyüzünde hüküm süren sessizlikle kıpır kıpır olmuyor?

Bu hafta dünya genelindeki vaka sayısı 1 milyonu aştı, 50 bine yakın insan ise yaşamını yitirdi. Bütün tahminler çok yakında ölü sayısının yüz binler, hatta milyonlarla ifade edileceği yönünde. Virüs şu ana kadar ticaretin ana arterlerinde özgürce gezindi, ara sokaklara daldı ve geride, ülkelerine, şehirlerine, evlerine hapsolmuş milyarlarca insan bıraktı. Ancak sermaye akışının aksine, kar peşinde koşmak nedir bilmeyen ve sayıca artıp yayılmaktan başka derdi olmayan virüs, kazara, bir derece de olsa akışı tersine çevirdi. Göç denetimiyle, biyometriyle, dijital takip mekanizmalarıyla ve bilinen tüm veri analiz metotlarıyla alay etti ve bugüne kadar en varlıklı, en güçlü olduğu düşünülen ve aslında kapitalizmin ana motorları sayılabilecek ülkelere en sert darbeyi indirdi. Motorlar kısa bir süreliğine durdu belki, ama yine de, duran motorların aksayan parçalarını incelememize ve bunları tamir etmeyi mi yoksa daha iyi bir motorla yola devam etmeyi mi yeğleyeceğimize karar vermek açısından yeterli bir zaman dilimi bu.

Çinliler küresel salgına karşı verdikleri mücadeleyi “Savaş” kelimesiyle tanımlamaya bayılıyorlar ve bu kelimeyi mecazi anlamıyla değil, gerçek anlamıyla kullanıyorlar. Çünkü kendilerini bunun gerçekten bir savaş olduğuna inandırdılar. Ama eğer bu gerçek bir savaş olsaydı, hangi ülke ABD’den daha hazırlıklı olabilirdi ki? Bu savaşın ön cephesinde kullanılan silahlar maske, eldiven, tanı kiti değil de tabancalar, akıllı füzeler, sığınak delici roketler, denizaltılar, savaş uçakları ve atom bombaları olsaydı, ABD bunların eksikliğini hisseder miydi? Her gece birçoklarımız dünyanın diğer bir ucunda ekranlarımızın başına geçip açıklaması güç bir büyü içinde New York valisinin basın toplantısını izliyor, istatistikleri takip ediyor, Covid-19 hastalarıyla dolup taşan ve maalesef artık bir morg işlevi gören hastanelerde çok az bir maaşla, hayatları pahasına çalıştırılan (kelimenin tam anlamıyla) hemşirelerin hastaların acısını hafifletebilmek için didinirlerken eski yağmurluklardan ya da çöp poşetlerinden maske yapmak zorunda kaldıklarıyla ilgili hikayeler dinliyoruz. Eyalet valileri solunum cihazı tedarik edebilmek için en yüksek fiyatı teklif edenin kazandığı saçma sapan bir savaşın içindeyken, doktorlar, kimin solunum cihazına bağlanacağına kimin ölüme terk edileceğine karar vermek zorunda kaldıkları can yakıcı bir ikilemin içinde buluyorlar kendilerini. Ve bütün bu olup bitene tanıklık eden bizler “Tanrım. İşte Amerika” diye düşünmeden edemiyoruz.

Trajedi çok yakın, gerçek, destansı ve bir halı gibi önümüze serilmiş durumda. Ama hiç de yeni bir trajedi değil. Bu tren enkazı raylarda ilerleyişini zaten yıllardır sürdürüyordu. Parası olmadığı için, hasta önlüğü üzerinde ve kıçı açık bir halde, sessiz sedasız sokak köşelerine atılan insanların görüntülerini kimler hatırlıyor? Evet, Amerika’da hastane kapıları daha az talihli vatandaşlara uzun zamandır kapalıydı. Ne denli hasta olduklarının, ne kadar acı çektiklerinin asla bir önemi olmadı. Ta ki şimdiye kadar – çünkü şimdi, yani virüs çağında tek bir yoksulun sağlıksızlığı varsıl bir kalabalığın sağlığını tehdit eder hale geldi. Buna rağmen, Beyaz Saray yolundaki kampanyasını herkes için eşit, bedava, ve evrensel bir sağlık sistemi savunusu üzerine kuran senatör Bernie Sanders, kendi partisi tarafından bile aykırı bulundu. Peki ya feodalizm ile din sömürüsü cenderesindeki, kast ve kapitalizmin katranına bulanmış ve aşırı sağcı Hindu milliyetçilerinin yönettiği, fakir ama zengin, güzel ülkem Hindistan’da neler yaşandı?

Çin Aralık ayında Wuhan’da baş gösteren salgınla henüz mücadele etmeye başlamışken Hindistan hükümeti, parlamentonun onaylayarak yürürlüğe koyduğu, Müslüman karşıtı, aşağılık bir vatandaşlık yasasına karşı sokaklara dökülen yüz binlerce insanın isyanını bastırmakla meşguldü. İlk Covid-19 vakası, Cumhuriyet Bayramı törenlerine şeref konuğu olarak katılan orman katili, Covid inkarcısı Brezilya devlet başkanı Jair Bolsonaro’nun Delhi’den ayrılışının birkaç gün sonrasında, 30 Ocak’ta kayıtlara geçti. Ne var ki iktidar partisinin gündemi virüs meselesini araya sıkıştıramayacağı kadar yoğundu. Şubat ayının son haftası hazırlanılması gereken Trump ziyareti vardı. Trump, Gurajat eyaletindeki bir stadyuma ve çevresine zat-ı alileri için toplanacak 1 milyon izleyici sözüyle cezbedilmişti. Haliyle Trump’a verilen bu sözü yerine getirmek epey bir paraya ve zamana mal oldu. Ziyaretin hemen ertesinde Bharatiya Janata partisi üyelerinin, yürüttükleri Hindu milliyetçiliği kampanyasının sertlik dozunu artırmazlarsa kaybetmekle tehdit edildikleri Delhi meclis seçimleri yapıldı. Ki artırdılar da; bunu da hainleri vurma vaatlerine, fiziksel şiddet tehditlerine alçalarak yaptılar. Buna rağmen seçimi kaybettiler.

Sırada hezimetin acısını partiyi aşağılamakla suçladıkları Müslümanları cezalandırarak hafifletmek vardı. Polis güçlerinin görmezden geldiği ve yer yer alenen kayırdığı Hindu “adalet neferleri” ellerinde sopa ve satırlarla Delhi’nin kuzeydoğusundaki işçi sınıfı mahallelerine dalarak Müslüman avlamaya başladılar. Evler, dükkanlar, camiler ve okul binaları yakıldı. Saldırıyı öngören Müslümanlar karşılık verdi. 50’den fazla Müslüman ve Hindu çatışmalarda yaşamını yitirdi. Binlerce Müslüman yerel mezarlıklara kurulan sığınma kamplarına kaçmak zoruna kaldı. Hükümet Covid-19 konulu ilk toplantısını yaptığı ve çoğu Hindistanlının el dezenfektanı denen şeyin varlığından henüz haberdar olmaya başladığı sıralarda, Delhi’nin pislik kokan lağımlarından hala parçalanmış cesetler çıkarılıyordu.
Mart gündemi de epey yoğundu. İlk iki haftası Madhya Pradesh eyaletindeki kongre hükümetini devirip yerine BJP kabinesini geçirmek için harcanmıştı. 11 Mart’ta Dünya Sağlık Örgütü Covid-19’u küresel salgın ilan etti. İki gün sonra, 13 Mart’ta Hindistan Sağlık Bakanı “Corona acil gündem maddemiz değil” açıklaması yaptı. Takvim yaprakları 19 Mart’ı gösterdiğinde Hindistan başbakanı nihayet halka seslenmeye karar verdi. Dersine iyi çalışmamış olmalı ki, salgına esir düşmüş Fransa ve İtalya’nın sınav kağıtlarından kopya çekerek sadece sosyal mesafenin hayati öneminden bahsetti bizlere. Gelgelelim sevgili başbakan, gırtlağına kadar kast düzeninin uygulamalarına batmış bir toplumun “sosyal mesafeyi” anlamlandırmasının zaman alacağını anladığında 22 Mart’ta insanlara bir günlüğüne kendi Ohallerini ilan etmelerini ve çok gerekmedikçe evden çıkmamalarını tavsiye etti. Kabinesinin ve “şahsının” bu krizle nasıl başa çıkacaklarına dair hiçbir plan açıklamadı. Onun yerine, halktan balkonları hıncahınç doldurup alkışlamalarını, zil çalmalarını, zilleri yoksa tencere ve tavalarıyla tempo tutmalarını istedi. O ana kadar Hindistan’ın koruyucu elbise ve solunum cihazı ürettiğini ve bunları sağlık çalışanlarına vermek yerine başka ülkelere ihraç ettiğini bilmiyorduk. O gece öğrenmiş olduk.

Narendra Modi’nin alkış isteğinin halkta neşe ve heyecan yaratması şaşırtıcı olmadı. Şölenler düzenlendi, tencere tava şarkıları bestelendi, cemiyet dansları, geçit törenleri yapıldı. Ancak görünürde “sosyal mesafe” denen şeyden eser yoktu. Takip eden günlerde bir sürü adam kutsal inek gübresiyle dolu varillerin içine daldı, fanatik BJP yanlıları inek idrarı içme partileri düzenlediler. Bütün bu cümbüşün gerisinde kalmak istemeyen Müslüman cemaatler ise, virüsün kökünü kurutacak makamın yüce Allah olduğu savunusuyla, iman edenleri camilere akın etmeye davet ettiler.

24 Mart 20.00’da tekrar televizyon ekranlarına çıkan Modi, gece yarısı itibariyle tüm Hindistan’da yaşamın durdurulacağını ilan etti. Bütün işyerleri kapatılacak, özel ve toplu taşıma yasaklanacaktı. Bu kararı başbakan olarak değil, bir aile büyüğümüz olarak aldığının altını çizdi. Zaten, 1,38 milyar nüfuslu bir ulusa sıfır hazırlık ve sadece 4 saatlik mühlet tanıyarak, böylesi radikal bir kararın kaotik sonuçlarıyla uğraşmak zorunda kalacak eyalet yönetimlerine danışmadan bir aile büyüğünden başka bu kararı kim alabilirdi ki? Modi bu tutumuyla vatandaşlarını, pusuya düşürülüp baskına uğratılması gereken, güvenilmez bir düşman olarak gören lider izlenimini yarattı.

Ve sonunda hayat durdu, sokağa çıkma yasağı resmen başladı. Çoğu sağlık çalışanı ve epidemiyolojist başbakanın bu kararını alkışladı. Belki teoride haklıydılar da. Ancak hiçbiri, dünyanın en geniş kapsamlı ve en sert sokağa çıkma yasağını, hizmet etmesi gereken amacın tam aksi yönde bir amaca hizmet etmesini sağlayan feci plansızlığı destekliyor olamazdı. Şaşalı gösterilere bayılan Modi tarih boyunca sahnelenmiş gösterilerin ağababasına imzasını atmıştı sonunda. Dünya olan biteni dehşet içinde izlerken, Hindistan, utancını gizleyen güzel örtüsünü üzerinden atıp acımasız, yapısal, sosyal ve ekonomik eşitsizliğini ve halkın ıstırabına karşı kayıtsızlığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermişti.

Sokağa çıkma yasağı karanlıkta kalan şeyleri aydınlığa kavuşturan bir deney gibiydi. Dükkanlar, restoranlar, fabrikalar kapandıkça, inşaatlar durdukça, varsıllar ve orta sınıf yüksek güvenlikli sitelerinin, rahat evlerinin korunaklı duvarlarının ardına çekildikçe kasabalarımız, mega kentlerimiz işçi sınıfının göçebe işçilerini - iltihaplı bir sivilceden kurtulmak istercesine – sıkıp akıtmaya başladı. Çokları patronları tarafından işten çıkarıldı, ev sahipleri tarafından sokağa atıldı,  saatler içinde yoksullaştırılmış milyonlar, gençler, yaşlılar, kadınlar, erkekler, çocuklar, hastalar, engelliler aç susuz, toplu taşıma hizmetinden mahrum – başlarını sokabilecekleri bir çatı bulma ümidiyle – köylerine doğru uzun bir yürüyüşe geçtiler. Yüzlerce kilometre uzaklıktaki Badaun’a, Agra’ya, Azamgarh’a, Aligarh’a, Lucknow’a, Gorakhpur’a doğru günlerce yürüdüler. Bazısı yolda yaşamını yitirdi. Potansiyel olarak açlıktan ölme ihtimallerini aza indirgeyebilmek için yürüdüklerinin farkındaydı bu insanlar. Belki virüsü yanlarında götürdüklerini ve ailelerine, ebeveynlerine bulaştıracaklarını da biliyorlardı. Ama yine de yürüdüler. Belki bir parça yakınlık veya aidiyet hissedebilmek, bir korunak, bir lokma yiyecek bulmak ya da gasp edilen öz saygılarını köylerinde yeniden kazanmak için umutla yürüdüler. Yasağı sıkı sıkıya dayatma konusunda emir alan eli sopalı polisler tarafından yol boyunca dövülüp aşağılandılar. Genç erkekler gruplar halinde yere çöktürülüp otoban viyadüklerinden kurbağa sürüleri gibi atlamaya zorlandılar. Bareilly şehrinin sınırında bir yerde yakalanan insanlar hayvan sürüleri gibi bir araya toplatılıp üzerlerine tazyikli kimyasallar sıkıldı. Şehirlerden taşraya akın eden nüfusun virüsü kırsala yaymasından endişe eden merkezi hükümet birkaç gün sonra yürüyüşçülere eyalet sınırlarını geçmeyi de yasakladı. Günlerdir yürümekten ayak tabanları şişmiş insanlar durdurulup en başta terk etmeye zorlandıkları banliyö kamplarına gerisin geri yollandılar. Yaşananlar yaşlılara Pakistan’ın sancılı doğumunu ve 1947’deki büyük mübadele günlerini hatırlatıyordu. Ancak bu seferki dini ayrışmanın değil de, sınıfsal ayrışmanın körüklediği bir göçtü. Ama yine de, bu insanlar Hindistan’ın en fakir insanları sayılmazlardı. Birkaç gün öncesine kadar kentlerde çalıştıkları işler, en kötü ihtimalle dönebilecekleri köyler veya konaklayabilecekleri kamplar vardı. İşsizler, evsizler ve ümitsizler, yani bu trajedinin çok öncesinden beri buhranın ablukaya aldığı taşrada olduğu kadar şehirlerde de sefalet çeken milyonlar hala oldukları yerdeydiler. Ve bütün bu korkunçluklar yaşanırken içişleri bakanının yüzünü tek bir kişi bile görmedi.

Delhi’den kitlesel yürüyüş başladığında, ara ara yazdığım bir derginin basın kartını kullanarak aracımı Delhi ile Uttar Pradesh sınırındaki Ghazipur’a sürdüm. Ghazipur’a vardığımda İncil’de tasvir edilen ürkütücü manzaralardan biriyle karşılaştım. Hayır hayır, İncil’in böyle bir şeyi tasvir edebilmesine imkan yoktu. Bu kadar büyük sayıların varlığından haberdar olamazlardı o çağlarda. Fiziksel mesafeyi zorunlu kılması için ilan edilen olağanüstü hal ve sokağa çıkma yasakları hayal edilemez boyutta bir fiziksel sıkışma meydana getirmişti. Hindistan’ın kasabalarında da şehirlerinde de durum aynıydı. Ana caddeler boş olsa da, yoksullar sıkışık gecekondu mahallelerine hapsedilmişti. Sohbet etme fırsatı yakaladığım her yürüyüşçü virüs konusunda endişeliydi. Ancak virüs tehlikesinin hayatlarındaki hissedilirliği işsizlik, açlık ve polis şiddetinin hissedilirliğinden görece azdı. Haftalar önce Müslüman karşıtı saldırılardan kurtulmuş bir grup Müslüman terzi de dahil konuştuğum insanlar arasında en çok yaşlı bir adamın anlattıkları beni yaraladı: Nepal sınırındaki Gorakhpur’a kadar yürümeyi göze alan Ramjeet adında bir marangoz. “Başbakan Modi bu kararı almadan önce belki kimse ona bizden bahsetmedi. Belki bizim varlığımızdan haberi bile yok” dedi Ramjeet. Bu arada “biz” aşağı yukarı 460 milyon insan anlamına geliyor. Yazıyla dört yüz altmış milyon insan!

Hindistan’daki eyalet yönetimleri (Amerika’da olduğu gibi) bu krizi anlayıp yönetmek adına yüreklerini daha fazla ortaya koyan taraf oldu. Sivil toplum kuruluşları, sendikalar ve sıradan vatandaşlar acil yardım paketleri ve yiyecek dağıtıyorlar. Merkezi hükümet çaresizce yapılan ek bütçe müracaatlarına ve fon taleplerine yanıt vermekte geç kaldı. Başbakanın ulusal yardım fonunda nakit kalmamış gibi görünüyor. Öyle ki, yeni ve gizemli bakım fonuna iyi niyetli ve paralı vatandaşlar para akıtmaya başladı. Hemen ardından üzerinde başbakan Modi’nin resimleri bulunan yardım paketleri çıktı ortaya. Buna ek olarak, başbakan hemen kendini karantinaya alabilen insanların stresini azaltmak için rüya gibi bir bedenin baş kısmına kendi yüzünü montajladığı meditasyon videoları paylaştı. Narsizm çok can sıkıcı. Modi’nin paylaştığı animasyonlardan biri Fransa Cumhurbaşkanından Rafale savaş uçaklarının alımı için imzaladığımız 7,8 milyar euroluk anlaşmayı iptal etmemize izin vermesini rica eden bir video olsaydı, hiç fena olmazdı, ki böylece birkaç milyon aç insanı doyurup çok ihtiyaç duyulan acil yardım ekipmanlarını alabilirdik. Fransızlar bunu anlayışla karşılarlardı sanırım. Ya da karşılamazlardı!

Ohal ikinci haftasına girerken tedarik zincirleri koptu, ilaç ve temel malzemeler gittikçe azalıyor. Otoyol kenarlarına park etmiş binlerce kamyon şoförü aç ve susuz bir halde kaderlerini bekliyor. Hasada hazır mahsuller çürümeye terk edilmiş. Ekonomik kriz kapıda. Politik kriz ise tam gaz devam ediyor. Ana akım medya Covid hikayesini Müslüman karşıtı bir propagandaya dönüştürmüş, ekranlardan insanların zihnine 7/24 bu zehri boca ediyor. Ohal ilan edilmeden önce Delhi’de toplantı yapan Tablighi Jamaat adında bir grubu süper virüs yayıcı ilan ettiler. Bütün bu propaganda, bütün bu temelsiz saçmalık Müslümanları damgalayıp şeytanlaştırmak için kullanılıyor. Müslümanların virüsü bir çeşit cihat silahı olarak icat edip kasten yaydıkları yönünde genel kanı oluşmaya başladı. Covid krizinin bir devamı var mı yok mu bilmiyorum, emin olduğum bir şey var, o da bu krizin bir devamı olacaksa hüküm süren dinsel ayrımcılığın, kast ve sınıf bilincinin yerli yerinde olduğu bir ortamda ele alınacağı.
_____________________________________________

Bugün 2 Nisan, Hindistan’da neredeyse 2 bin teyitli vaka ve 58 can kaybı var. Acınacak derecede az yapılan test sonuçlarına dayandırılan bu sayıların pek güvenilirliği yok. Uzman görüşleri çok farklılık gösteriyor. Bazısı milyonlarca vaka öngörürken bazısı çok daha hafif bir bilançoyla atlatılacağını düşünüyor. Salgın en sert darbesini indirdiği anda dahi gerçek yayılma eğrisinin ne yönde seyrettiğini hiçbir zaman öğrenemeyebiliriz. Tek bildiğimiz, hastanelere akının henüz başlamadığı. Halihazırda her yıl ishal, yetersiz beslenme ve akla gelebilecek her türlü hastalıktan ölen 1 milyon çocuk ve tüberkülozdan ölen yüz binlerce hastanın yanında, anemi ve kötü beslenme yüzünden mahşeri bir nüfusun - en ufak bir rahatsızlığın ölümle sonuçlanacak kadar - zayıf düştüğü gerçeğiyle baş edemeyen devlet hastanelerinin ve sağlık ocaklarının, salgının Avrupa ve Amerika’daki ölçeğe ulaştığında ortaya çıkacak yığılmayla baş edebilmelerinin imkanı yok.
Bütün hastaneler dikkatini virüslü hastalara çevirmişken, sağlık sistemi nerdeyse durma noktasına geldi bile. Hindistan Tıbbi Bilimler Enstitüsü’nün Delhi’de bulunan efsanevi travma merkezi kapandı. Yol kenarlarında yatıp kalkan ve kanser sığınmacıları olarak bilinen yüzlerce kanser hastası kovuldu. İnsanlar artık evlerinde hastalanıp ölecekler. Hikayelerinden hiçbir zaman haberdar olmayacağız. Birer istatistik olarak dahi kayda geçirilmeyecekler belki de. Virüsün soğuk havayı sevdiğine dair yapılan tahminlerin doğru olduğunu ummaktan başka elimden bir şey gelmiyor. (Ki bazı uzmanlar bu iddialara da şüpheyle yaklaşıyor) İnsanlar tarih boyunca cezalandırıcı kavuruculuğu olan bir Hindistan yazının bu denli özlemini duymamıştı sanırım.

Bize neler oluyor böyle? Bu bir virüs, evet. Genel olarak ahlaki bir özeti yok. Ancak bu kesinlikle bir virüsten çok daha fazlası. Kimileri aklımızı başımıza toplamamız için Tanrının bir cezalandırma yöntemi olduğu, kimileri Çin’in dünyayı ele geçirmek için uygulamaya soktuğu bir komplo olduğu iddiasında.  Kaynağı her ne olursa olsun, kudretlilere diz çöktürdüğü ve başka hiçbir şeyin yapamayacağı oranda bilinen dünyayı durma noktasına getirdiği inkar edilemez. “Normal”in özlemiyle kıvranan zihinlerimiz bir kırılma yaşandığı gerçeğini yadsıyarak geçmişle gelecek arasındaki söküğü dikmeye çabalıyor. Ancak bir kırılma var ve gerçek. Ve bu korkunç çaresizliğin ortasında kendi ellerimizle yarattığımız kıyamet makinesini tekrar gözden geçirmemiz için bize bir fırsat tanıyor. Normale dönmekten daha kötü bir şey olmaz.

Tarihsel olarak küresel salgınlar insanları, geçmişle olan bağlarını koparıp yepyeni bir dünya hayal etmeye zorladı. Bu seferki de pek farklı değil. Bu dünya ile bir sonraki arasında bir kapı açtı. Ve bu kapıdan nasıl geçeceğimize karar vermenin vakti yaklaşıyor. Ya peşimizden eski dünyanın dumanlı gökyüzünü, zehirli nehirlerini, ölü fikirlerini, veri bankalarını, doymazlığımızı, ön yargılarımızın ve nefretlerimizin kokuşmuş cesetlerini sürükleyerek geçeriz ya da boş bir bavulla ve uğruna savaşmakta tereddüt etmeyeceğimiz, tertemiz bir dünya düşlemeye hazır olarak.

Arundhati Roy

Çeviri: Çağatay Yavuz