Sunday 26 April 2020

Bir direniş eylemi: Delilik

Mika kendi ellerimle hazırlayıp dezenfekte edilmiş termosumdan doldurduğum cin toniği yudumlarken “Sakın o soruyu sorma, yoksa aklını yitirebilirsin” diye çıkıştı.

Şehir yönetimi geniş sokağa çıkma sınırlamaları dayatmamış olsa da, Mika, kendi sıkı tedbirlerini uygulamada, bir nevi kendi olağanüstü halini ilan etmede epey kararlıydı. Zagreb’deki koronavirüs vaka sayısı oldukça düşük olmasına rağmen, Mika’nın içini rahatlatmak adına önceden titizlikle dezenfekte ettiğim plastik saklama kaplarında atıştırmalıklar hazırlamam gerekti. Salgın baş gösterdiğinden beri fiyatı tavan yapan geleneksel Türk kolonyalarından da bir tane aldım. Her zamanki soğukkanlı ses tonuyla “Bunca zahmete girmene hiç gerek yoktu, tatlım” dedi “virüsten korktuğumdan değil, bu delilik çağıyla kendi yöntemimle başa çıkmaya çalışıyorum sadece. Geleceği düşünmeyi kes diye bu yüzden başının etini yiyorum. Geleceği düşünmek seni delirtebilir. Tecrübeyle konuşuyorum.”

Benimle aynı yaşta olan Mika Zagreb’de yaşayan çok az sayıda arkadaşımdan biri. Bosna Hersek’te büyümüş, savaş patlak verince 1992’de sığınmacı olarak Zagreb’e göç etmiş. Dibin en dibini, karanlığın en koyusunu görmüş her insanın yapacağı gibi koronavirüs saçmalığıyla savaşmak için genç kızlık halini ve yaşadığı acı deneyimleri gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçirdiğinden söz etti. “Kampta geçirdiğim o garip döneme katlanabilmek için bir aydan fazla kimseyle konuşmadım. Yaşamın ucubeleşen gerçekleriyle kendimi dış dünyaya kapatarak başa çıkıyorum. Evet, sanırım benim yöntemim de bu.” Cin toniğimin tadını zarif bir kaş çatışıyla överken, katı hapishane koşullarına dayanmak ve iradesinin dümenini kimselere kaptırmadığını hissetmek için sabah sayımı henüz yapılmadan herkesten önce kalkıp dimdik sıraya geçtiğini anlatan Rosa Luxemburg’u anımsadım birden. Bir an sonra aklıma Rus şair Brodsky ve onun hapishane anıları geldi. Mahkumlar her gün günün iki saatini odun kırma cezasıyla dolduruyorlarmış. Ve bir gün Brodsky odunların yanı sıra gardiyanların cezalandırma iştahını da kırana dek baltayı elinden bırakmamaya karar vermiş. Dur emrine kulak asmadan saatler boyu balta sallamış. Onun bu gözü dönmüş hali karşısında gardiyanlar öyle dehşete kapılmışlar ki çareyi Brodsky’i odun kırma işinden süresiz olarak muaf tutmakta bulmuşlar. Ama bu tür direniş eylemleri bir diktatörlüğe, görünür bir düşmana meydan okumak için girişilecek eylemlerken bizlerden “hiçbir şey yapmamamız” dışında hiçbir şey istemeyen görünmez bir düşmana nasıl meydan okuyabiliriz ki?

Koronavirüs dünya genelinde kendine ait, epey belirgin zihinsel bir egemenlik kurdu. Virüs dışında bir şey düşünmenin de konuşmanın da imkansız oluşu yetmiyormuş gibi hayallerimiz de küresel kriz tarafından rehin alındı. İşin hem neşeli hem hüzünlü yanı ise; orta Asya’nın düzlüklerinden Amerika’daki Rock dağlarına kadar her birimiz özlem duyduklarımıza sarılıp öpmenin hayaliyle uykuya dalıyor ve soğuk terler dökerek uyanıyoruz artık. Kekler, ekmekler pişiriyor, Zoom ya da Houseparty kullanıyor ve sosyal medyada komik videolar paylaşıyoruz. Ünlüler lüks villalarından ve yatlarından canlı yayın açıp “evde kalın” çağrılarında bulunuyorlar. Ve birçoklarının sosyal medya üzerinden havasını attığı o kitapları aslında çok azı okuyor.

Koronavirüs salgını şairane bir aptallık seviyesine ulaşabileceğimiz küresel bir döngü oluşturmuş gibi görünüyor. Böyle devam ederse, korkarım önümüzdeki yıl bu zamanlarda kusursuz aptallara dönüşeceğiz.

Geçtiğimiz hafta bir direniş eylemi olarak - insanoğlunun hayal kurmadaki ustalığına güvenle- tümden bir yadsıma içine girmeye, salgın yokmuş gibi davranıp günümü olağan akışında yaşamaya karar verdim. Öyle ki; dışarı çıkarken eldiven ve maske takmak yerine sıradan günlerdeki gibi ruj sürüp yüzüme cesur bir gülümseme kondurdum. Gelgelelim soluğunuzun ve adımlarınızın birbirine karışıp bir korku filminin giderek artan ve bitmek bilmeyen gerilim müziği gibi şehrin göbeğinde kulaklarınıza vurduğunu ve insanların maske takmadığınız için etrafınızda geniş bir hilal çizdiğini fark ettiğinizde, birden, en kararlı imgelemin bile koronavirüsün zihinsel egemenliği altında ezildiği gerçeğiyle uzlaşıyorsunuz.

Bu acı gerçekle itişip kakıştığım o büyülü dakikalarda yıllar önce tanıdığım bir kadın aklıma geldi. O da Bosnalıydı. Hırvatistan’ın sahil kasabası Split’te tanışmıştık. Birkaç kadeh Pelinkovac likörü devirdikten sonra savaş yıllarında 16. yaş gününü nasıl kutladığını anlatmıştı: “Kendime bir hediye vermeye karar verdim. Sanki savaş yokmuşçasına şehirde uzun bir yürüyüşe çıkacaktım. Şehir keskin nişancı kaynıyordu. Dışarıdaki az sayıda insan vurulmamayı umarak bir binadan diğerine koşuşturuyordu. Sıradan bir güne ihtiyacım vardı; korkunun ve saklanmanın olmadığı bir güne. Ben de uzunca bir yürüyüşe çıktım. O gün başıma bir bela almamış olmam gerçekten bir mucize. Sanırım Tanrı sahiden de zırdelileri bir şekilde koruması altına alıyor.”

Düşsel sıradan günüm yedi gün önceydi, yani şeytani koronavirüs nişancısının beni avlayıp avlamadığını anlamak için hala altı günüm var. Aynı gün, kimse üflemezse gelecek yıl göremeyiz endişesiyle bir tutam radikaya üfledim. Tanrının doğru karar verip beni korunacak şahsiyetler listesine yazdığını düşünmek istiyorum. Bunu düşünmek hoşuma gidiyor. Ama tanrıya inandığım için değil, zamanın saçmalığına karşı girişilen direniş eylemine; adil bir deliliğe inandığım için.

Ece Temelkuran

Çeviri: Çağatay Yavuz


         


1 comment:

  1. Güzel bir yazı ve tabiki aynı güzellikte ve anlaşılır bir çeviri. Elinize sağlık.

    ReplyDelete