Güle güle Arife
Eskiden
insanın büyüdüğünü anlamak için kendi adına düzenlenmiş bir faturayı ödemesi ya
da basur, varis, tansiyon gibi dertlerden şikayetçi olması gerektiğine inanırdım.
Sen gidince asıl büyümenin, çocukluk kahramanlarını yitirmek olduğunu anladım. Kaburgalarımın
altında uzun zamandır pençeleriyle tırmalayarak kendini dışarı atmaya çalışan bir
canavarla yaşıyordum, babaanne. Etime ve ruhuma tırnaklarını geçirip yol kazıp
duran bu canavar, umudun insanlara işkence ettiği zifiri bir cehennemde hayat
bulmuştu. Çok uzun bir konu bu; belki bir gün detaylarıyla anlatırım. Gregor
Samsa ve Mr. Hyde melezi bir hikaye. Artık onu içine doğmaya can attığı dünyaya
salıp arınmanın vakti, babaanne. Artık büyümemin vakti. Gurbetteki torunun bu
gece büyüyüp koca adam olacak. Sırf bu yüzden, bir katran havuzunun ortasında
debelenir gibi debelenip durduğumuz çağın absürdizmine teslim olmamak uğruna
hatırı sayılır bir süredir iğrenerek kaçındığım şu lanet dijital evrene yazdıklarımı
yolluyorum. Kabuk değiştiriyorum, Arifecim. Ve seni fena halde özlüyorum.
Nasılsın
iyi misin? Benimki de soru işte. Elbette iyisin, yine bir yerlerde eski
günlerin hikayeleriyle kafa ütülüyorsundur, kesin. Televizyonda gördüğün bir
tilki belgeseline ara ara dalıp gitsen de kaldığın yeri asla unutmadan hikayene
devam edip dinleyenleri dinç hafızanla büyülüyorsundur. Yüzlerde tatlı
gülümsemeler beliriyordur. Bana bunu
yapıyorsun mesela. Şimdi hep kafamın içindesin ve bir es dahi vermeden sürekli
konuşuyorsun. Şikayetçi değilim. Hep kal. Susma.
Orada
senin için, çocukların, torunların ve dedemle sonsuza dek mutlu yaşayacağın bir
cennet inşa ediyorum. Bu cennetin içinde güzel anıların hepsini aynı anda
tekrar tekrar deneyimleyebiliyorsun.
Mesela
bir köşesinde bir akşam bütün torunlar toplanmışız, kimimiz sülük gibi
eteklerine yapışır kimimiz enik gibi koynuna sokulurken “seninle kim yatacak?”
kavgası yapıyoruz. Zevkten havalara uçuyor ama çaktırmıyorsun; yüzündeki hınzır
gülümseyişten anlıyorum. Başka bir köşede, üç nesil halka olmuşuz, Hüseyin’in usta
elleri sazın tellerine vurup titretir, şelpe çalar, bama vurur, Gülsen’in duru
sesi arzı semayı inletir, sonra cümbür cemaat eşlik eder. Ve sonra sazın ezgileri
Gülsen’in sesine karışıp yüreklerimize hapsolmuş bir kuşun kanat çırpışlarına
dönüverir. Kabilenin büyüğü olarak ilk Kasım amcam kadehini kaldırır. Türküler kaldığı
yerden devam eder. Bedenini sıcacık bir mutluluk kaplıyor işte o an, gözlerini
kapatıp kendinden geçiyorsun. Etrafındakilere baktıkça, onların yürüdüğün uzun
ve yorucu yolun on katına, yirmi katına, belki de bin katına bedel olduğunu bir
kez daha hatırlamanın mutluluğunu duyumsuyorsun.
Yine
başka bir köşede, uçları kahverengileşinceye kadar kızarttığın patatesleri
tavadan alıp tabağa doldururken zaman yavaşlıyor. Yaşam ağır akmaya başlıyor. Kepçenin
havada yolculuğunu ve kepçeden usul usul süzülen lezzetli yağ damlalarını
seyrediyoruz. Birimiz bir kapının arkasına, bir diğeri kirişin berisine, bir
sehpanın arkasına ya da mutfağın girişine (çıkışına) yakın herhangi bir
nesnenin ardına saklanmış, hedefe saldırmak için gurur ve kararlılıkla sımsıkı tuttuğumuz
çatallar, şafak baskını için siperde can kulağıyla hücum düdüğünü duymayı
bekleyen bir müfreze dolusu şımarık işte…
Son
kepçe tabağa inmeden bile savaş yavaştan başlamış oluyor. Kıdem yok. Ağbi ya da
kardeş tanımak yok. Doğal seçilim yasası işleyecek artık. Uyum sağlamaya en
yakın olan aday hayatta kalma hakkını elde edip türün devamlılığını sağlamak
adına tüketebileceği en fazla kızarmış patatesi tüketecek. İlk avlarını
yakalamaları için doğanın kucağına atılmış yavru kurtlar gibiyiz. Bacaklarımız
titriyor. Dişlerimiz gıcırdıyor. Açız. Ama açlığımız kızarmış patatese değil,
Arifecim. Patatese hiçbir zaman aç olmadık, çok şükür. Bizimkisi, artık
hepimizin arasında sessiz bir sözleşmeye dönüşmüş savaş mizansenini hep daha
komik bir seviyeye taşıma açlığıydı. Bunu o yaşlarda bilmiyorduk ama şimdi çok
iyi görebiliyorum ki; tüm o gırgır şamata küçük yüreklerimizde semiren bir arzunun
eseriydi. Çok doğal, dürtüsel ve ilkel bir arzu: sevilme ve kopmaz bir gurubun
parçası olarak kabul görme arzusu.
Büyük
adam lafları ediyorum. Arife kafan karışmasın. Mümkün olduğunca senin seveceğin
şekilde anlatmaya çalışıyorum. Neyse. Birkaç babayiğit tekil ve münferit akıncı
birlikleri olarak tabakta tepelemesine yükselen patateslere cesur hamleler
yapsa da onları çevik maşa veya kepçe darbeleriyle püskürtüyorsun. Nihayet
tavadaki son parti de pişip tabağa konunca korkunç bir savaş patlıyor. Ne din
var ne iman. Vahşi canavarlar gibi, ele geçirdikleri bir ganimeti paylaşırken birden
birbirlerini gırtlaklamaya çalışan barbar sürüleri gibi çatalları tabağa
saplayıp duruyoruz. Çatalın saplanmadığı yerlerdeki patatesleri avuçlayıp ağızlarımıza
tıkıyoruz. Dinçer’e, yavaş yavrum, boğuluyorsun, diye bağırıyor, kızmış
numarası yapıp Altuğ’un sırtına vuruyorsun. Ben tabağı kapıp kaçıyorum.
Eşkıyalar, haydutlar diye bağırıyorsun, yersen kirşen. Ölümcül ve baş döndüren
bir kovalamaca başlıyor. Sevcan arada ezilmesin, kız ya hani çünkü, bizimle
patates kavgası edemez diye sotelediğin patatesleri ona veriyorsun çaktırmadan.
Çaktırıyorsun Arifecim. Farkındayız yaptığın şeyin ve bu umurumuzda değil. Kutsal
kasenin peşindeyiz şimdi hepimiz. Gözümüz yükseklerde. Mutluluğun, sonsuz
mutluluğun kaşifleriyiz şu anda…
O
uçsuz bucaksız diyarın yine bir başka köşesinde, üzüm mevsimidir ve tarasada bir
torun tombalak girdabının içindesindir. Hep beraber asmanın altına uzanmışız, hafif
bir meltem esiyor. Yaprakların hışırtısını dinliyoruz, sonra onların arasından
gökteki yıldızlara bakıyor ve anı dondurup sonsuza kadar saklayabilmenin
çılgınca yöntemlerini düşünüyoruzdur. Kollarını kanat gibi yayıp germişsin, kalkanların
altına ikişer üçer civciv gibi sığınmışız, uzanıyoruz. Koynuna dünyaya
kendinden serptiğin parçaları sığdırabilmiş olmanın mutluluğunu duyuyorsun. Sonsuz
sevgini paylaşmak için birbirimizle kapışırken bir farenin girmeye zorlanacağı
yerlere sıvışmayı öğrendik, Arifecim. Senin sevgini paylaşmak için birbirini
ezen çocuklarız biz. Ondandır sürekli isimlerimizi karıştırman. Koynundaki tahtın
hemen önünde şirin taht oyunları dönüyordu, kraliçem. Game of Thrones, beybi. Kim
tahta otursa, saniyesinde elbirliğiyle onu alaşağı ediyorduk. Koynundaki yüzler
bir film şeridi gibi sürekli ve çok hızlı değişiyordu. Aşağıda bir yengeç
sepeti kaynıyordu yani işte. Birimize seslenirken, hop bir bakıyordun,
seslendiğin torun seslendiğin torun değil, yüzü değişmiş. Alacakaranlık kuşağı
gibi, eyvah eyvah, mevzuya bak. Her neyse. Ne diyordum?
Tüm
bunlar çoklu evrenlerin çok manzaralı, kıyak bir noktasında sonsuzlukta
yankılanırken, güneşin alçalışa geçtiği serin bir yaz akşamında mutlu bir an
yaşıyorsun. Toruntombalak Spor’u komple leğende yıkamışsın. Hepimiz dal taşak
anadan üryanız. Sevcan dal taşak değil. O düz üryan. Altuğ ağbimle leğendeyiz
ve dünyayı keşfediyoruz. Yani pipilerimizle sarı renkte plastik bir gemiyi
suyun üstünde itekleyip birbirimize paslıyoruz. Kütüğün üstüne oturmuş bir periyi
andırıyorsun; saçlarını yıkamışsın, ıslak saçlarını tararken saçlarınla güneş
ışınlarını yakalayıp hapsediyorsun saki. Hemen alev alıp tutuşuyor, bakır gibi
yumak yumak kızıllanıyorlar. Sonra tarakla kilim örer gibi tel tel ayırıyorsun
onları; ışıldıyorlar. Daha önce saçlarını gördüğümü hatırlamıyorum. Onları
böyle ilk kez görüyorum. Sahne beynime kazınıyor. Seninse ağzında bir türkü
müdür tekerleme mi midir artık, almış başını gidiyor. Ama nedense kafamın
içinde Anadolu’nun bağrı yanık Elvisi Kıraç’tan “Endamın yeter” çalıyor. Kıraç
ağbi “endamın yeter. Gözlerin yeter. Uğramasın sana ne hüzün ne de keder” diye
içli içli söylüyor. Yüzünde umutlu bir gülümseyiş var. Veli bey gündüzcü mü
acaba o gün, Arife hanım? Ondan mıdır bu aklanıp paklanman? Anladın sen onu:)
Böyle
işte Arife hanım. Böyle bir cennette çeneni kapatmayacaksın artık. Bizi sorarsan, fena değiliz bence. Evet, sen
yoksun, ama işi kotarıyoruz. Cenazen, bence aceleye geldiği halde, çok güzeldi.
Kimse aç kalmadı, merak etme. Kurdu kuşu bile doyurduk, hanımefendi. Taziyeye
gelenler arasında bir tek Zimbabwe cumhurbaşkanı yoktu. Annem de yoktu. Sabah aceleyle
çıktım, sersem gibiydim. Ona söylemeyi unutmuşum. Haklı olarak çok kızdı. Gelemediği
için de üzüldü. Çok selamları var.
Kalabalığı
görsen zevkten dört köşe olurdun. Müthişti. Şampiyonlar ligi gibiydi harbiden. Falancalar…filancalar…
sürekli birileri gelip beni tanıdın mı, ben filancaların filancası diye kendini
tanıttı tanıttı durdu. Bir ara baktım olacak gibi değil, kimseyi tanıdığım
ettiğim yok, ayak altından çekildim. Demek ki kalabalık bir klanmışız. Saatler
ilerledikçe bu kalabalığın aslında direkt ya da dolaylı olarak yaşamına
dokunduğun insanların sana elveda demek için bir araya getirdiği kalabalık
olduğunu anladım. İrkildim. Ne mutlu sana? Ne çok yaşama dokmuşsun böyle?
Haliyle
başta işler biraz karanlıktı. Alelacele öldün, cenaze de aceleye geldi, giderayak
yine herkesin ayağını bir pabuca soktun yahu. Sonra her şey yerli yerine oturdu,
herkes iyi yağlanmış, alman mühendislik harikası bir makinanın parçaları gibi
kusursuzca hareket etti. Çocukken oldukları gibi birlikte hareket etmekten
başka çareleri yoktu ve ettiler. Senin öksüzleri görsen, gurur duyardın. Her
şey tıkır tıkır işledi. Akışkan bir hiyerarşiye sahip karınca ordusu gibiydiler.
Şu ne oldu? Ben halettim. O geldi mi? Geldi. Falanca oldu mu? Olmak üzere. Kesin
olur mu? Oldu bil. Sen bir gelsene! Geleyim. Şunu şuraya götür. Götüreyim.
Muhteşemdi yani. Tabi sen olsan yine de eksik bir şey bulurdun. Bir şeyler
muhakkak senin standartlarının altında kalırdı, Arife hanım. Ama bence çok
iyiydiler. Amcalar, yengeler ve kuzenler kucaklaşıp kavilleşti. Kırgınlıklar,
dargınlıklar uçtu gitti. Bir zaman sonra kendimi kuzenlerimle yeni doğan
bebekleriyle ilgili sohbet ederken buldum. Koca herif olmuş, bir de çocuk
yapmışlar. İkisinin de yüzü aydınlanıyordu benimle konuşurken. Akıllıca laflar
eden, ayakları yere basan adamlar olmuşlar. Endercan ile Berker’e takıldım biraz
şaka yollu. Sohbet ettik. Çaktırmadan gülüştük, ağladık, dertleştik. Gidişinle bile
şov yaptın be kadın. Tekrardan o şen çocuklara dönüştük adeta sayende. Aylar,
yıllar önce nerede bıraktıysak, bıraktığımız yerden devam ettik. Bıraktığımız yerden
devam etme becerisi senin sevginin bizlere verdiği en büyük armağan, Arife. Büyük
bir yıldız içe doğru çöküp uzay zamanda koca bir delik açınca ışığı bile yutmaya
başlıyor. Sense hala etrafına sevgi saçıyorsun. Çok garip. Sihir gibi. Herkesin
payına o kadim sevgi ve bıraktıkları yerden devam etme arzusu düştü. Marquez
haklıydı galiba. Gabriel Garcia Marquez “Sevgiden öte sürekli ölüm” demişti. Köyün
yaşlı bilgesi gibi biri. Alevi dedesi, Bektaşi babası gibi biri yani, Marquez.
Seni
son bir kez daha göremeden göçüp gittiğini Orçun haber verdi. İki güne kalmaz
geliyordum be kadın. Hep erteleyip durmuştum. Burnumda tütüyordun. Kızartmanı
da özlemiştim. Safure’ye yaptığım gibi, sana son kez sevdiğin şarkıları
dinletebilmeyi istiyordum. Günlerinin sonuna yaklaştığını hissettiğimde
Safure’ye böyle yapmıştım. Telefonumu sevdiği şarkıları açıp kulağının hemen
yanına bırakmıştım. Büyülü bir andı. Yalnızca kaşlarını oynatarak ve zarif
boyun hareketleriyle dakikalarca dans etmişti. Sonra yavaş yavaş huzurlu bir
uykuya daldı. Böyle elveda demek nasip olmadı. Ama ne mutlu ki halam, amcamlar,
kuzenler o işi halletmişler. Güle güle gidebilmen için birilerinin sahnede
terlemesi gerekmiş ve terlemişler. Sevdiğin türküleri çalıp söylemişler. Duru’ya
sesli mesaj atmışsın, dinledim. Bir başkasıyla başka bir şey yaşamışsın. Kasım
amcam, Gülsen halam, herkes ama herkes onlarla geçirdiğin son anlarından
bahsetti. Güzel mi güzel, mutlu mu mutlu anlar yaşamışsın. Beni de es
geçmemişsin yokluğumda. Kıyamamış, çocuğumun kulakları soğukta çok üşür, dur
ona bir atkı bir de bere öreyim deyip örmüşsün. Yavaş yavaş veda etmişsin
bizlere, patates ayırır gibi, herkese sevginden biraz ayırıp paylaştırmış ve
öyle gitmişsin. Efsane hareket.
Biliyorum,
gözün yollardaydı. Benim de öyle. Ama şimdi de oturmuş telefonumun aramalar
listesindeki son arama kaydına bakıyorum. Çok arabesk bir iş bu babaanne, ama
hayat insanın yakasını, ona hor gördüğü şeyi yaşatmadan, bırakmıyor. Yani,
nasıl olsa ben sonra ararım diyerek açmadığım aramanın kaydına hipnoz
olmuşçasına saatlerce bakarak devasa bir arabesk klişesine dönüşmüş durumdayım.
Biraz farklılık olsun diye Pavarotti’den Nessun Dorma (kimse uyumasın)
dinliyorum. Pavarotti İtalyanlar’ın Zeki Müren’i gibi bir şeyi oluyor.
Sonra..
Sonra sabahın körüydü işte; boynu devrilsin. Gece boyu hiç uyumamıştım. Kafamı –
içinde zilyon tane ses - yastığa koydum bir ümit. Telefon zırtladı. Orçun
efendi, bizim. Koca adam olmuş, ağbisini kalbinden bıçaklama görevini
üstlenmiş. Sende mi Brütüs? Gitti ağbi,
dedi sadece. Kısa bir sessizlik. Sonra uzun bir anlamsızlık… Upuzun soğuk bir
anlamsızlık… Yaşamın gereğinden fazla şairane ve absürt olduğuna inandığım için
birazdan söyleyeceğim şeyi söylemekten nefret ediyorum ama sahiden de, sen
gittin ve kuşlar kederle öttü, babaanne. Uçmaya da pek hevesleri yok gibiydi. Yumurtalarını
yırtıcılar kapmış gibi, hepsinin boynu büküktü. Hava da bir garipti; güneşliydi
güneşli olmasına, ama öğlen sıcağı olmadı. Koca evren, kullanıcısına kederli
türküler öneren bir youtube algoritması gibi saçmaladı. Doğaüstü olduğu iddia
edilen hiçbir zımbırtıya pabuç bırakmayan azılı bir tanrısız olduğum için, yaşamın
küskün bir çocuk gibi sessizleşmesi olayını şöyle açıklayabilirim: Sen
yaşamlarımızın sinir ağıydın, Arife. Heyulanla uzaktan dahi olsa hayatlarımıza
dokunabildiğin tuhaf bir kuantum bağıydın. Sen gidince o bağ koptu ve görkemli
bir ıssızlık çöktü. Hayatta kalarak yaşamı var eden bizsek, ölerek yaşamı yok
eden de biziz yani, Arife. Sen gittin, göbek bağı koptu, memeye alışmaya çalışıyoruz
anlayacağın. İyi olacağız. Merak etme.
Çok
uzattım, kusura bakma. Güle güle git demeye bir türlü dilim varmıyor be kadın. Dünyanın
menteşesi çıkmış. Her yanda bir türbülans, baş döndüren bir köşe kapmaca var. Fatih
Terim değilim ki kaostan besleneyim. Neyse.
Hadi
şimdi ışıklarla yıkan. Düşlerimize dadan. En tatlı anılarımızı tetikleyen bir şarkıya
dönüş. Hiçlikte buluşacağımız güne kadar kendine iyi bak, babaanne…O güne dek, cennetinde
daha çok kereler, başımızı okşayasın diye hasta numarası yapıp dizine yatmaya
devam ederiz, merak etme. Çakma baş ağrılarımız geçsin diye tülbentinle patates
bağlarsın kafalarımıza. Bir ara kırlara çıkar, torun tombalak seninle çiçek
toplarız. Sonra sen bir dere kenarına oturup ayaklarını gürül gürül akan serin
suya sokarsın, başını usulca kaldırıp masmavi göğü seyredersin. Mutlu olursun. Sen
mutluysan gerisi fasa fiso, Arife.
Ve
günün birinde beraber bir fotoğraf karesine sığışırız. Selfie çekilirken sana
gülümsemeni öğütlerim. Ve gülümsersin. Git şimdi. Yanına Safure’yi de alıp cennetine
gir ve kapıyı sımsıkı kapat. Güle güle.
Yorumlar
Yorum Gönder